19 Nisan 2008 Cumartesi

BAYAN MAVİ

Seyretmediğimden dolayı bilmiyorum, lakin çeşitli kaynaklardan edindiğim bilgiler şansının O.C. dizisinde ve 2006 yapımı Annette Bening, Gwyneth Paltrow ve Alec Baldwin’in oynadığı komedi drama türü “Running With Scissors” filminde kullanılan şarkısı “Mr. Blue” sayesinde döndüğünü söylüyor. Catherine Feeny’den bahsediyorum. Bileniniz vardır muhakkak, sade sözler, güzel bir melodiyle donatılmış naif bir şarkıdır Mr. Blue. Bir insana, mesela “Ham Çökelek!”, “O Şimdi Asker, Canı Neler İster!” gibi şöhreti yakalatacak türden iddialı olmasa da, pek çok kişinin bir şekilde dikkatini cezbetmeyi başarmış olmalı ki, Feeny şu sıralar country müziğinin sayılı isimlerinden biri olmayı başarmış gibi gözüküyor. En azından bizde pek fazla bilinmese de İngiltere ve Amerika piyasasında öyle.

Catherine Feeny’nin iki ülkede de sevilebilmesinin nedenlerinden bence en önemlisi doğma büyüme Philadelphialı olmasına karşın damarlarında İngiliz kanı taşımasından geliyor. Şöyle bir geçmişine baktığımızda Philadelphia kırsallarında büyümesi ve The Cure, The Smiths (bana göre dünyanın en büyük üç grubundan biri) gibi İngiliz orijinli gruplardan etkilenmesi onu country, folk, blues ve pop karışımı güzel ve başarılı çalışmalara itmiş gibi gözüküyor. Köylü bir müziğe, buna karşın şehirli sözlere sahip şarkıları. Kendi çevresindeki mevzuları anlatmayı da daha çok seviyor gibi. Bu faktörler de eklenince başarılı biri country sanatçısı çıkıyor karşımıza.

Hazır sözü geçmişken “country” olayına da değinelim isterseniz. Şahsi fikrim, pek çok saçma sapan kültür öğeleri yaratan bir toplum olan ve dünya üzerinde sahip olduğu konum, güç vs. neticesinde bizi de kendi yarattığı bu çapraşık düzene hayatın her alanında çekmeyi başaran Amerikalılar’ın yaratmış olduğu belki de tek, kendine özgü ve saf duygularla oluşturduğu bir müzik türüdür country. Genelde kapitalist nimetlerinden pek fazla yararlanmamış ya da yararlanamamış Amerikan ırgat kesiminin (redneck) yaşamış olduğu sıkıntılar, sevinçler, hükümet politikalarına karşı gösterdikleri tepkiler vs. türün yıllar içerisinde şekillenmesine yardımcı olan konular. Bir nevi “Amerikan Arabeski” şeklinde kimileri tarafından nitelendirilebilecek bir durum ama ülkemizle kıyaslama yapacak olursak eğer, yıkıcı etkileri göz önüne alındığında hip-hop, R&B tarzı Afro-Amerikan müzikleri arabeske daha çok yakıştırıyorum ben. “Yıkıcı etki olayı da ne ki?” diye soracak olursanız eğer haklı olarak, ona da şu şekilde bir açıklama getirebilmek mümkün: Nasıl ki, arabesk, adı üstünde Arap havalarının bir şekilde yamanarak, kendi halk kültürümüze uymayan, usturupsuz bir müzik olarak insanımız üzerinde tuhaf, derin bir etki bırakmış ise (öyle ki, son yıllarda entelijansiya arasında bile ciddi tartışmalar yarattı), aynı şekilde Amerikan tarihinde de uzun yıllar kamunun hemen hiçbir alanında (müzik de sayılabilir, blues ve caz hariç) kabul görmeyen Afro-Amerikan toplumunun ve kültürünün de WASP temelli klasik Amerikan toplumunda yine aynı şekilde cereyan eden tuhaf ve derin bir etkisi mevcut. Bu sebeple, iki yüzyılı aşkın bir geçmişi olan bir müzik olan “country”yi “arabesk” olarak nitelemek biraz basite kaçmak gibi oluyor.

Bu tartışma daha böyle uzar gider, o yüzden biz esas kızımıza geri dönelim. Yirmi dokuz yaşındaki Feeny’nin iki albümü bulunuyor. İlki 2003 tarihli “Catherine Feeny”, diğeri ise 2006 tarihli “Hurricane Glass”. İkisi de başarılı ancak ikinci albümün, sanatçının popülerliğiyle orantılı olarak daha çok sattığı bir gerçek. İlk etapta tanımak açısından dinlenebilecek şarkılar ise, başta da söz ettiğimiz “Mr. Blue”, “Hurricane Glass”, “Maggie”, “Forever” ve “A Story To Tell”. Bizden bu kadar diyelim ve Bayan Mavi’yi dinleme, değerlendirme kısmını da size bırakarak, müziğin sadece müzik olmadığını, değişik sosyolojik etmenlerden beslendiğini ve kimi zamanlarda, kimi çevreleri, toplumları derinden etkileyerek bugünlere kadar geldiğini bir kez daha hatırlatalım. Muhabbetle…

17 Mart 2008 Pazartesi

DİZİ MÜZİKLERİNİN KERAMETLERİ

“Bana bir masal anlat baba…”, “Durmuyor deli yüreğim…”, “Taş duvarlar, kara örtü, ağrılı kalbim…” gibi pek çok kez duyduğumuz bu şarkılar aslında birer dizi müziği olarak bestelenen eserler bildiğiniz gibi. Çok anlayamamakla birlikte, değişik bir sinerji yaratılıyor olmalı ki halkla yapımcı arasında (aslında deneyip yanılarak da olsa yapımcılar olayı çözdü bir bakıma!), bu şarkılar birden bire halkın içine işliyor, onları duygulandırıyor, sevindiriyor, belki de en önemlisi muhakkak bir şekilde insanların cep telefonu melodisi oluyor! Hep yanımızdalar yani. Fakat nasıl oldu da birden bire biz bu şarkıları bu kadar çok sevebildik? İşin içinde biraz kimya, biraz ticaret, biraz göz boyama var aslında ama gelinen nokta bir bakıma sevindirici; alan memnun, satan memnun en azından.

Hatırlayanlar bilir belki, bizim izlediğimiz ilk diziler Bizimkiler, Perihan Abla vs. gibi dizilerdi ve o dönem kanalların ya tek ya da az olmasından mütevellit, hala o müzikler hatırlanmasına karşın büyük prodüksiyonlar yaratacak şekilde dizi müziği kültürü yoktu ülkemizde. Derken bir “Süper Baba” geldi, dizi içinde yaşanan olaylar insanları duygulandırırken arkadan verilen Yeni Türkü’nün o dönemki Rembetiko müziği (eski İstanbul Rum müziği) de hikayenin tuzu biberi oluyor ve birden karşımıza ilk dizi müziği soundtrack albümü çıkıyordu. Kısacası yapılan işin kimyası tutmuştu, şarkılar senaryo ile aynı anda tepkimeye girebiliyordu. Bu, Yeni Türkü için iyi olmuştu, böylelikle kendi müzikleri duraklama dönemine girse de sonraki dönemde dizilerden güzel bir kazanç sağlamayı başarmıştı grup hem maddi, hem de manevi anlamda.

Konu açılmışken, dizi müziği denince akla ilk gelen insanlardan birisine değinmek sanırım yerinde olacaktır: Kıraç. Ben bu adamın kesinlikle hala kendi istediği müziği yaptığını düşünmüyorum, isterseniz hemen destekleyelim savımızı: Kıraç’ın ilk albümü Anadolu rock formlarında, müzikalite olarak da fena bir albüm değildi, hepsi kendi şarkısıydı, ancak, tutmadı tabii ki. Ardından birkaç sene sonra gelen ikinci albüm, şarkılarının yarıdan fazlası o zamanki trende göre türkü kaplaması (cover) ve arzulanan ticari başarı... Daha sonra da yine birbirini tekrarlayan ya da tekrarlamak zorunda bırakılan albümler yaptı ama hiçbir zaman favorim olmasa da git gide düzelme eğilimi gösterdi Kıraç. Onun da asıl popülaritesi “Zerda” dizisi ile başlamıştı hatırlarsınız ve şu işe bakın ki, onun dizideki melodileri artık gettolarda yaşayan bıçkın delikanlıların bile diline dolanıyor, cep telefonlarının en favori melodileri oluyor, şarkıları “damar!” kategorisine yükseliyordu. Rock tandanslı arabesk müzik (yoksa tam tersi mi olmalı!) varoşlara sıçramıştı, ne hoş! Tabii o kadar tuttu ki şarkılar, hemen onun da bir OST’u (original soundtrack) yapıldı ve ardından yakaladığı başarı onu uyanık yapımcıların diğer dizilerinin de vazgeçilmez ismi kıldı ve o şarkılarla, dizi müziği albümleriyle bugünlere geldi Kıraç. Alan da memnundu, satan da belki ama en çok halk sevindi bu işe!

Tanıdık örneklerden gidecek olursak, Gökhan Kırdar da bu olayın en çok bilinenlerinden. O da “Yerine Sevemem”li ilk zamanlarından sonra kendi deyimiyle “Tarkan gibi yıldızlarla kapışamayacağını” anlayınca, kendini elektronik müziğe vermişti ve onun o arada çıkarttığı elektronik tarzdaki albümlerden, çoğu kişinin haberi bile olmamıştı. Sonra birden bir “Kurtlar Vadisi” bombası patlattı. Ardından gelsin “Yabancı Damat”lar vesaireler, açılsın yeni kapılar… Ha, millet çok ilgiliydi de bu tarz müzikle ondan mı acaba “cendere cendere!” diye hoplayıp zıpladılar? Hayır, dizi seviliyordu, müzik aksiyona uyumluydu bir bakıma ki, aslında elektronik müzikten ziyade Asiye, Elif türküleri gibi halk müziğinden motifler epey bir giydirilmişti diziye, üstüne oturdu da nitekim. Hatta öyle ki, Kurtlar Vadisi’nin iki OST’si çıkmıştı, ilgilenenler hatırlar. Zaten yukarıda verdiğimiz bütün örneklerde halk müziğinden bir kesit sunulduğu muhakkak, o yüzden şöyle mi sormalıyız: Halk acaba sadece kendi içinden olana, kendisiyle barışık olana mı olumlu tepki veriyor?

Sırada, beni bu yazıyı yazmaya zorlayan asıl sebebe gelelim. Derginin Kasım 2006 sayısında “Pinhani diye bir grup var, iyi bir grup, hatta albüm çıkalı epey oldu, geç kaldık haklarında yazmaya” demiştik ki, birden bu yaz “Kavak Yelleri” diye bir dizi çıktı, müziğini Pinhani yaptı ve beş yaşındaki bir çocuk bile “Hele bi geeeeel!” diye etrafta dolanmaya başladı maşallah! Sonra bir baktık ki, grubun albümü, ilk basımından bir buçuk sene sonra D&R’ın en çok satanlar listesinde zirveye oynadı. Peki, aynı şarkıları dinleyip seven halk bir buçuk yıl niye bekledi? Ya da bu dizi olmasaydı, şu an Pinhani’yi sokakta kaç kişi tanıyacaktı ve bu şarkıları kaç kişi bilip sevecekti?

Bu ve bu tarz soruların cevapları çok basit aslında: Birincisi, sürekli gelişen ve rekabeti artan bir dünyada, seyirciyi dizilerden başka düzenli olarak ekrana bağlayacak yolu kalmayan televizyoncuların, tutana kadar pek çok diziyi halka sunması ve dizilerin bu bağlamda sektördeki belki de en önemli promosyon materyali olması (eski arabeskçi dizileri de bir bakıma öyleydi, hatta dikkat ederseniz Ebru Gündeş’in her yeni albümde yeni bir diziyle ve tabi yeni sevgiliyle ortaya çıkması şaşırtıcıdır!), ikincisi yapımcıların, televizyoncuların bu taleplerine karşılık halkı çok iyi etüt etmeleri, nabza göre şerbet vermeleri, hangi diziye ne iyi gider, bunu çok iyi bilmeleri, hatta kendi çıkarları doğrultusunda bir şey çok tutmuşsa onu, popülerliğini yitirene dek, bayatlayana dek devam ettirmeleri. Yani aslında kimse şarkıcının kara kaşına, kara gözüne bakıp da “Gel sen bizim yeni dizinin müziklerini yap abi, ben çok beyeniyom senin şarkıları ya! ” demiyor. Üçüncü cevap olarak da, müzisyenin gelir ve popülarite kaygısı bir yerden sonra işin içine girince, ortaya böyle bir sonuç çıkıyor.

Bağlayacak olursak eğer, belki biraz olumsuz yönlerinden olayı ele aldık ama en azından hakkını yememek gerek, yapılan prodüksiyonlar, öyle kuru kuru yapılmış şeyler değil genelde, üzerlerinde emek harcandığı belli oluyor dikkatle dinlenilirlerse eğer. Üstelik içlerinden gerçekten herkesin zevkine göre ayrı ayrı, çok güzel şarkılar çıkabiliyor, yani bir çeşitlilik de söz konusu. Mesela benim de bu kategoride favorilerim arasında “Süper Baba”nın ve Vedat Sakman ile İncesaz’ın şarkılarının olduğu “İkinci Bahar”ın dizi müzikleri var. Fakat bence en doğrusu, hiçbir müzisyenin böyle ara paslara başvurmadan direkt çalımlarla kaleye yönelmesi. Tabi, bu durum ne kadar geçerli olabilir ülkemizde orası ayrı bir konu ama zaman hızlı, illa ki başka yollar da var internet gibi, çareler tükenmiyor. Bu yüzden bu uğurda bir müzisyen kesinlikle umudunu yitirmemeli ve halkın da artık eskisine göre daha seçici ve takipçi olduğunu unutmamalı.

MORRICONE, MÜZİK VE SİNEMAMIZ

Bundan 2 sayı önceki yazıda Türkiye’de ost (original soundtrack) kavramının pek fazla gelişememesinden biraz bahsetmiştim. Bu ayki yazıda da savımı desteklemesi açısından, dünya çapında bu işin en büyük üstatlarından biri olan, ünlü kompozitor Ennio Morricone’nin kendi adına ithafen geçtiğimiz günlerde çıkan “We All Love Ennio Morricone” isimli, çeşitli sanatçıların, müzisyenin daha önce yapmış olduğu film müziklerini yorumladıkları övgü (tribute) albümüne ve sanatçının müzikal yolculuğuna şöyle bir göz atarak başlayalım istedim. Bu sayede hem ünlü bir müzik adamını daha iyi tanıyacak, hem de dünya sinemasıyla da karşılaştırarak Türk Sinemasının bana göre en büyük sıkıntılarından biri olan bu sorunsalı daha derinlemesine irdeleyecek olabileceğimiz kanaatindeyim.

Metallica dinleyen, dinlemekten ziyade grubu takip eden arkadaşlar bilirler. Grup, hemen her konserine tüm Western filmlerinin en bilineni, 1966 Sergio Leone imzalı, efsanevi “The Good, the Bad and the Ugly”nin film müziklerinden olan ‘Ecstasy of Gold’ ile başlamıştır. Yıllardır süre gelen alışıldık bir durumdur bu ve eğer bir müzisyen Metal aleminin en büyük gruplarından birini bu denli etkilemişse, ya da 79. Oscar (2007) Ödül Töreni’nde Akademi tarafından kendisine Akademi Onur Ödülü layık görülmüşse, demek ki şu an gerçekten önemli bir sanatçıyla karşı karşıyayız demektir.

Ennio Morricone, 1928 Roma doğumlu. II. Dünya Savaşı’na denk gelen konservatuar ve sefalet yıllarının ardından ilk olarak klasik müzik kompozisyonları üzerinde çalışan sanatçı

( bunu ilerleyen yıllarda da sürdürmeye devam etti.) daha sonra birkaç İtalyan pop şarkısına imza attı. Tabi onun bu kadar ünlenmesini sağlayan pop müzik bestekarlığından sonra Spaghetti Western’lere yaptığı müzikler oldu. Başka türlere yaptığı birkaç film müziğinden sonra, Sergio Leone’nin 1964 imzalı “A Fistful of Dollars- Per Un Pugno Di Dolari” filminin müziklerini yapmasıyla başlayan Western yolculuğu, daha sonra tema müziğini hemen hepimizin bildiği “The Good, the Bad and the Ugly” ile devam etti ve burada ilk defa zirveye çıktı. Herhalde zirvede kalmayı çok sevmiş olacak ki daha sonra 40 sene boyunca yaklaşık 400 farklı türden filme ya hepsini kendi yaptığı şarkılarla ya da bir-iki bestesiyle eşlik etti. Sonuçta insanların konu film müziği oldu mu, güvenecekleri yegane isimlerin başında kendisinin geldiğini ve aslında film müziği yapmanın da apayrı bir meslek ve sanat olduğunu bizlere kanıtladı Morricone. Kendisinin yer aldığı projelerin başında “Once Upon a Time in America”, “Bugsy”, “The Untouchables”, “Nuovo Cinema Paradiso” gibi filmler gelebilir. Üstelik sanatçı 5 kere “En İyi Müzik” dalında da Oscar’a aday gösterildi ve gerek İtalya’da, gerekse uluslar arası festivallerde pek çok ödülün sahibi oldu.

Onu bu denli özel kılan sebeplerden biri de kendisi adına çıkan “We All Love Ennio Morricone” albümü. Albüm yukarıda da belirttiğimiz gibi sanatçının filmlere yaptığı müziklerin çeşitli sanatçılar tarafından yorumlanmasından oluşuyor. Açıkçası itiraf etmeliyim ki, bu filmlerin çoğunu seyretmedim ve bu yüzden de müzikler hakkında çok fazla yorum yapmaktan kaçınıyorum. Çünkü sonuçta filmde geçen sahneler ve o sahnelere yerleştirilen müzikler iç içe ve ikisine birden vakıf olduğunuzda ancak yorum yapabilirsiniz iyi ya da kötü oldukları hakkında. Ancak albümde şarkıları yeniden yorumlayan şarkıcı ve grupların görkemine ve tabi ki Morricone’nin ustalığına baktıkça öyle sıradan şarkılar olmadıkları hemen hissediliyor. Kimler yok ki albümde? Celine Dion, Bruce Springsteen, Roger Waters, Metallica vs. Hepsinin de şarkıları kendi tarzlarında en iyi şekilde yorumlamaya çalıştıkları belli oluyor. Sonuçta hem sinema, hem de müzikseverler için önemli bir belge duruyor karşımızda. Biraz olsun ilgiliyseniz eğer, hiç vakit kaybetmeden dinleyin derim.

Morricone ile bağlantıyı kurduğumuza göre dünya bilhassa Hollywood Sineması ile Türk Sinemasının karşılaştırmalı tahlilini yapabiliriz artık. Rocky serisi başlayalı ve bugünde devam edeli 30 küsur seneyi geçmesine rağmen “Eye of the Tiger” hala herkesin dinlediği parçalardan biri ve popülerliğini hiç yitirmeden sürdürüyor. Aynı şekilde “Pretty Woman” denilince filmin şarkısını hemen aklınıza getiriverirsiniz. “Baba”nın efsanevi tema müziğini eminim kimse kolay unutamaz. Ya da “Titanic” filminin şarkısı “My Heart Will Go On” çoğumuzu hüzünlendirmeyi bugün bile sürdürebilmektedir. Bu ve bunun gibi öyle çok şarkı var ki Hollywood sinemasında, belki film unutulmuş olsa bile şarkı hala ilk günkü canlılığını korumakta. Peki tüm bu saydığım şarkılar tamamen tesadüf sonucu mu ortaya çıktı? Laf olsun torba dolsun mantığıyla filme yerleştirilmiş olduklarını hiç mi hiç düşünmüyorum. Hummalı çalışmalar sonucu yönetmenlerin ve müzisyenlerin işbirliğiyle önemli işler başarılıyor dünya sinemalarında. Peki biz kendi sinemamıza dönüp baktığımızda ne kadar üzerine düşmüşüz bu işin hiç düşündük mü?

Altmışlar ve yetmişlerdeki sinemamızı ele alırsak eğer, müzikler filmler üzerine değil, filmler müzikler üzerine yapılır mantığı vardır. İşte “Senede Bir Gün”, “ Mavi Boncuk”, “Ah Dede Vah Dede” gibi ismini sayabileceğimiz pek çok film, aslında o dönemde var olan popüler şarkıların reytinginden yararlanmak için çekilmiş; sonuçta yapımcılar bu filmlerden gelir elde etmeyi başarmışlarsa da bu filmler ne yazık ki ileriye dönük pek bir şey vaat etmediklerinden, bugün izlendiğinde hoş bir tebessüm haricinde pek bir itibar görememişlerdir. Sadece o dönemlerde Cahit Berkay’ın ve onun gibi birkaç insanın çabası mevcuttur film müziği hususunda. Seksenler ise Arabesk’in en görkemli dönemine denk geldiğinden o dönemki filmler, Arabeskçilerin çıkardıkları kasetler sonrası arayı soğutmadan çekilen, film içinde kasedin baştan sona çalındığı ve şarkıcı tarafından boynu bükük bir şekilde playback olarak okunan, kısacası o dönem için ilkel klip mantığından öteye geçemeyen filmler olmuş, hatta bu durum Emrah, ekmek, anne üçlemesini de beraberinde getirmiştir!

Gayet sakat bir şekilde ilerleyen Yeşilçam-müzik ilişkisi doksanların ortasında şöyle bir kendine gelmiş ve prodüksiyonların kalitesine bağlı olarak, film içindeki müziklerin kalitesi de artmış, üstelik artık tüm dünyada yıllardır var olan “original soundtrack” kavramı yavaş yavaş ülkemizde de gelişmeye başlamıştır. O dönemden verilebilecek en güzel örneklerden biri belki de “Eşkıya” nın (1996) film müzikleridir. Türkiye için gayet özgün olabilecek bir çalışma olmuş, Erkan Oğur gibi bir müzisyenin de herkes tarafından tanınmasını sağlamıştır. “Tabutta Rövaşata”nın (1996) soundtracki ise Babazula ve Yansımalar tarafından hazırlanmış o dönemin önemli ostlarındandır. Ardından Mazhar Alanson’un yaptığı “Her Şey Çok Güzel Olacak” ostu ise (1998) başlı başına bir albüm niteliğindedir ki, albümde yer alan “Bir Zamanlar Fırtınalar Estirirdim”, “Benim Hala Umudum Var” gibi şarkılar MFÖ antolojisinde kendilerine ön sıralardan yer kazanmışlardır. Daha sonrasında ise kazanılan ivme sayesinde günümüzde artık çıkan her filmin ardından filmin ostu piyasaya sürülmekte, ancak genelde yapılan albümler toplama şarkı ve şarkıcılardan ya da film de oynamış bir şarkıcı varsa ( “Romantik”in müziklerini Teoman’ın yapması gibi) onun tarafından hazırlanan albümlerden ibaret. Maalesef manzara şu ki, hala ost kavramı ülkemizde sanatçılar tarafından çok kayda değer bir şey olarak görülmüyor. Genelde rica minnet üzerine üretilmiş çalışmalar oluyor, Nil Karaibrahimgil gibi bir iki istisnayı saymazsak. Dizi alanında ise Gökhan Kırdar, Kıraç gibi birkaç isim haricinde orada da tam bir tutarlılık yok ancak dizilerin popülaritesinin fazlalığından olsa gerek daha bir hevesli gözüküyor insanlar.

Uzun lafın kısası, müzik her alanda olduğu gibi sinemayı da renklendiren, güzelleştiren en önemli şeylerden biri ve bana kalırsa yapılması gereken, gerek yapımcıların, gerekse sanatçıların bu işi basit bir şey gibi görmeyip üzerinde emek harcayarak iyi işlere imza atmaları. Aradan 20- 30 yıl geçtiğinde bir şarkıyı duyduğumuzda ‘Bu da şu filmin şarkısıydı, hey gidi günler!’ diyebilmek eminim ki o şarkıyı yaratan sanatçıyı yücelten en güzel şeylerden biridir. Güzel olan şeylerin hiçbir zaman unutulmaması dileğiyle, muhabbetle…

ANADOLU METAL’İN 20 YILI:POPÇULAR DIŞARIDA MI , İÇERİDE Mİ DURSUN?

Dergide ilk yazmaya başladığımda ilk yazım Yeni Türkü hakkındaydı ve o yazıda şöyle bir ifade kullanmıştım: “Seksenli yıllar Türkiye’deki müzik kültürünün değişimi açısından çok önemlidir. Bu yıllarda ortaya çıkan orijinal ve sağlam gruplar, sanatçılar bugün gelinen noktada çok önemli bir misyon yüklenmiş ve kazandıkları başarılar varlıklarını bugüne kadar sürdürmelerini sağlamıştır. Ezginin Günlüğü, Bulutsuzluk Özlemi, Pentagram ve Yeni Türkü gibi gruplar bunlara verilebilecek en önemli örnekler”. Evet, daha önce de belirttiğim gibi seksenli yıllarla birlikte önemli bir değişim gözlenmekteydi ve yukarıda sözünü ettiğimiz gruplar da bu değişimin en önemli halkalarından, mihenk taşlarından olmuşlardı. Şu an hepsi artık kültleşmiş, efsane olmuş gruplar ve işte, bu grupların içinde de en genci olan Pentagram da 20. yılını bu sene deviriyor. Geçen yıl Bulutsuzluk Özlemi 20. yıl konseri büyük yankı uyandırmış olacak ki, 2004’ten beri konser vermeyen Pentagram üyeleri daha bu senenin başında 2 konser birden verdi ve bu konserlerle onlar da 20. yılını sevenleriyle kutladı.

Şu an gelinen noktada en büyük emeği olan gruplardan biri Pentagram. Düşünsenize, o dönemde farklı olmanın sindirilemediği bir ülkede onlar, top sakalları, uzun saçları, küpeleri, yırtık kotları ve yaptıkları müzikle farklılığı yarattılar, hem de Barış Manço, Moğollar, Erkin Koray vs. gibi aykırı denebilecek seleflerinden de daha farklıydılar ve ülkemize metal müziği armağan ettiler. Aslında onlardan daha eski gruplar da var. Örneğin Whisky vardır, 1980 doğumludur. Epey de albümleri vardır ancak kurucuları Kamil Özaydın öldükten sonra eski ivmeyi yakalayamamışlardır. “Yak Bizi” diye bir şarkıları vardı, severek dinlerdim. Sonra 1985’te kurulan “Kronik” vardı, albüm çıkarmaları geç olmuştu (1992). Kronik, Pentagram, Whisky gibi bir o kadar da o dönemde albüm yapamamasına rağmen, konserler vermiş, yankı uyandırmış gruplar mevcuttu ve şimdi orta yaşlarında olan bu gençler o dönemin aykırıları olarak belki yine o dönemde kimi çevrelerce dışlanmış olsalar da, şu an gelinen noktada mücadelelerinde galip geldikleri açık bir şekilde görülüyor. Öyle ki, sadece biz İTÜ gençleri olarak bile aramızda rock, metal veya türevlerini dinlemeyenimiz, bu türlerin içinden bir tanesini, bu türlerden bir şarkıyı dahi beğenmeyenimiz hemen hemen yok gibidir, 20 sene öncesinin İTÜ profiliyle kıyaslanamayız bile bu konuda.

Buradan topu aslında Pentagram vesilesiyle diğer rockçılara atmak istiyorum. Her ne kadar bir kısmı Pentagram’ın 1997 “Popçular Dışarı” konserinde “Popçular Dışarı!!!” diye yuhalansalar da ve hatta yuhalanmaya şu anda da devam etseler de (Şebnem Ferah, Ogün Sanlısoy örnek verilebilir.) onlar da aslında pek çok şeyden taviz verip bu yola baş koyan insanlar ( Şebo severler bilirler, Şebo’nun ODTÜ İktisat’ı bırakarak İstanbul’a müzik yapmaya geldiğini. Ne güzel, şimdiye bir banka müdiresi olurdu, gül gibi geçinip giderdi!!!) ve bence her ne kadar eleştirilecek noktaları varsa da asla hakareti hak etmiyorlar. Kaldı ki, seviye düştü dediğiniz bir anda “Dönüşüm muhteşem olacak” nidalarıyla geri geliyorlar. Hemen örnek vermek istersek, Bülent Ortaçgil’in Teoman’ın, Teoman’ın da Bülent Ortaçgil şarkılarını yorumladığı son konser albümü, Teoman adına çok sevindirici bir gelişmedir, zira o da son zamanlarda müzikten ziyade daha başka işler yapıyordu veya bu işlerle gündem oluşturuyordu: Başarısız filmleri, profesörlerle sigara davaları, alkol problemleri, eski tadı vermeyen ve ısıtılıp önümüze sunulmuş hissi veren şarkıları vs… Hayırlı olmuştur kendisi adına, külliyatı renklenmiştir. Bu konuya değineceğiz tekrardan.

Şimdi dönelim asıl meselemize: Pentagram’ın 20 yılı. Aslında daha çok bir albüm eleştirisi yapmak isterdim ama Pentagram’dan 5 senedir pek bir şey çıktığı yok malumunuz. Şöyle kısa bir grup tarihçesi verelim, zira belki bilmeyen akadaşlar da olabilir. Çekirdek kadro başından beri Hakan Utangaç (ritm gitar), Cenk Ünnü (davul), Tarkan Gözübüyük’den (bas gitar) oluşmakta. Bu üyeler her albümde çalmışlar. Gruptaki en çok değişiklik vokalde ve solo gitarda yaşanmış. Albümlere dönecek olursak; “Pentagram” (1990) albümünde vokaller Hakan Utangaç tarafından yapılırken, şimdilerde blues takılan Murat Net de bu albümde solonun başındaydı. Ardından “Trail Blazer” albümünde (1992) herkesin bildiği iki isim vardı: Demir Demirkan (solo gitar) ve Ogün Sanlısoy (vokal), grubun efsane kadrolarından birini oluşturmuşlardı. Ardından Sanlısoy ayrıldı ve bence arabesk okusaydı Tatlıses’ten ya da Kırmızıgül’den daha fazla satacak bir adam geldi gruba: Murat İlkan. Şahsi fikrim, Türkiye'de her türlü şarkıcı ya da grup solisti içinde en iyi sese sahiptir bu adam. Herkesi cebinden çıkartacak bir ses ahengine sahiptir. 1997 çıkışlı efsane albüm “Anatolia”, 1998 canlı konser albümü “Popçular Dışarı”ndan sonra Demirkan ayrılır ve eskilerden Metin Türkcan dahil olur gruba. Bu kadro ile de 2001 “Unspoken” (Bu albüm yurtdışında da yayınlanmıştır) ve 2002 çıkışlı “Bir” albümleri yayınlanır ve ondan sonra grupta bir sessizlik vuku bulur. Kimisi prodüktör, kimisi klip yönetmeni olarak yaşamlarına devam ederler. 20. yıl konserlerine dönecek olursak eğer; açıkçası 4 Şubat konserini bilmem ama DVD ve albüm kaydı yapılacağı duyurulan 25 Mart konseri açıkçası biraz sönük geçti. Sanki millet kurtlarını ilk konserde dökmüştü de ikincisi biraz dinleti havasında kaldı. Hoş, kafalar yine sallandı, şarkılara yine bağıra çağıra eşlik edildi, popçular yine dışarıya davet edildi!! Belki en önemli eksiklik, grubun müziğinin olmazsa olmazlarından “ney”in konserde olmayışıydı. “Anadolu Metal” konseptine gölge mi düştü derken, grup ek bir enstrüman kullanmadan da kusursuz bir biçimde çaldı şarkılarını. Özellikle konserin ortasında Ogün Sanlısoy’un sahneye fırlayıp “Secret Missile”ı ilk günkü heyecanıyla söylemesi mükemmeldi, böyle performans ben de beklemiyordum, Ferdi Tayfur kaplayan (cover) bir adamdan!! Demek ki neymiş, “Popçular Dışarı!!!” demekle olmuyormuş, öz kaybolmadıkça insanın içinde. Böyle bir durum Metallica için de çok yapılır, bozuldular, yumuşadılar falan diye millet yakınır. Maalesef herkes de bilir ki, daha başarılısı yoktur türünde, hem müzikalite olarak, hem şan şöhret, hem de ticari olarak, herkes de devam eder ağabeyleri dinlemeye. Sanki ticari oldun mu bitmişsin gibi bir durum vardır, metalci tayfası arasında. Halbuki müziğini geniş kitlelere ulaştırmanın nesi kötüdür anlayamam hiç, sonra da çıkıp mevcut popüler tiplerden dem vururlar. Bırak senin beğenilerin herkesin ortak beğenisi olsun, çoğunluk yarat, herkesi popçu diye denize dökerek nereye kadar? Hakları yok bence, meyve veren ağaçlar elbette taşlanır, ama kökünden kesilmez dostlar, lütfen!!

Yazının son kısmında tekrar belirtelim ki, 25 Mart Bostancı konseri, albüm ve DVD formatında ilerleyen günlerde yayınlanacak. Türk metal severlerin sabırsız bekleyişi bir nebze de olsa son bulacak ama tabi ki herkesin temennisi, grubun yepyeni şarkılarla geri dönmesi ve bize “Metal Not Dead” felsefelerinden vazgeçmediklerini bir kez daha göstermeleri. Hatta yurt dışındaki “Mezarkabul” hayranlarını çok sevindireceklerine eminim. Unutmayın ki bazı kişiler kabul etmese de, gürültü, falan olarak değerlendirse de Pentagram müziği, Türk kültürünün özgün bir simgesidir, zira öyle olmasalardı 1999 depremi sonrasında Bill Clinton’ın Türkiye’ye geldiği vakit Türk kültürü tanıtım gecesinde sahneye çıkıp kendisine “Gündüz Gece”yi söylemezlerdi. Olay burada bitmiştir işte, herhalde kendi kendilerine çıkmadılar sahneye, belli ki devlet erkanı tarafından davet edildiler, bu yüzden yapılan tüm haksız eleştiriler (yok efendim satanistlermiş, kedi keserlermiş, gürültüden ibaretmiş bu müzik sadece falan filan diyenleredir sözüm) bilgisizlikten ileri gelir. Anadolu Metal’in daha da çok yol kat etmesi temennisiyle nice yıllara Pentagram!! Herkese final döneminde sınavlarında başarılar dilerim. Müzikle ve muhabbetle kalın efendim…

SALT ROCK: MALT

Güzel bir yaz akşamı, bir çınar altında, orta yaşlarına yaklaşmış, Teoman’ın tabiriyle ( bkz. “Zamparanın Ölümü”) bir “bar filozofu” ağabeyimle çakırkeyif bir halde, hoş bir muhabbet içindeyken, konu dönüp dolaşıp Türk rock’ına geldiğinde, yeni yetme tiplerin müzik yapmalarını eleştirmiş ve ‘O yaşında mı dünyayı değiştirecek bunlar, hangi tecrübeyle, hangi bilgiyle?’ demiş ve Mevlana’nın tabiriyle kişi ‘Hamdım, piştim, yandım.’ demeden, o kişiden, yine o kişiyi dikkate alır bir şey beklemem gerektiğini söylemişti. Sonradan çok hak verdim kendisine. Aslında benim de müzik konusunda uzun zaman kafamı kurcalayan meselelerden birisidir bu hayat tecrübesi mevzuu. Belki de bu yüzdendir Türkiye’de çoğu insanın ölüp bittiği Mor ve Ötesi’ni bu kadar samimiyetsiz bulmamın ve o dönemde piyasada olan pek çok rock grubun dinlememe rağmen (96- 99 arasıdır bahsettiğim yıllar.) bu gruba bir türlü ısınamamamın nedeni. Gerçekten sıkı takipçileri bilirler ki, (Ben bu takipçileri “Cambaz” öncesi, cambazlık yapmayan gerçek rocker tayfası diye nitelendiriyorum!) 17- 18 yaşlarındayken ilk albümlerini yapmışlardı Mor ve Ötesi elemanları, yani daha ergenlik dönemindeyken bir şeyler başarmaya çalışmışlar, tabi ki ipleyen pek olmamıştı bu çocukları ve sonuçta bu kadar popüler olmaları neredeyse bir 10 seneyi bulmuştu grubun.

Neyse efendim, konumuz zaten Mor ve Ötesi değil. Aslında bu ay daha başka türlerle ilgili bir şey yazmayı düşünürken son dönemde sıkıntısını çektiğimiz rock müzikteki kaliteli albüm ve kaliteli yeni grup sorunsalına, bir grup son noktayı koydu bu sıralar ve beni yüz seksen derece geri döndürdü fikrimden: “Malt”. Hani yukarıda belirttiğimiz Mevlana felsefesine tam örnek teşkil edecek bir grup Malt. Hiç yakışık almazdı eğer es geçseydik bu yeni grubu.

Efendim, Cenk-Erdem ikilisini pek çoğumuz bilir. İşte, bu ikilinin Cenk Bey’i aslında yıllardır bir yandan geyik muhabbetlerine devam ederken, bir yandan da müzikle haşır neşir olmuş. Hatta Avrupa Yakası’nın jingleı bile kendisinden çıkmış. Daha sonra bir barda dinleyip beğendiği ‘Spitney Beers’ (Şimdilerde ismi ‘Üçnoktabir’ oldu, hatta ‘Barda’ filminin müziklerini yaptılar bu aralar hatırlarsanız.) elemanlarını deyim yerindeyse kafalayarak bu albümü meydana getirmişler. Vokalde Cenk Durmazel ( Cenk Bey), gitarda Barış Ertunç, bas gitarda Cenk Turanlı ve davulda Güray Gürsoy’dan oluşuyor topluluk Şahsi kanaatim son dönemde çıkan gruplar içerisinde soundu hard rock’a en yakın grup. Tamamen batılı ve sert bir sound, kesinlikle başka türlerden bir etkileşim yok, gerek Anadolu rock olsun, gerek caz, funk falan. Bu da bence Türk rock’ında bir eksiklikti, zira bizim rockçılar illa ki bir harmanlama sevdasındadırlar nedense; desteklerim bu düşünceyi ama böylesine bir müziğe de insan muhakkak ki ihtiyaç duyuyor.

Gelelim yukarıda belirttiğimiz işin tecrübe kısmına. Bu adamların hepsi gençliklerinden beri müzikle haşır neşir olmuş insanlar. Cenk Durmazel, 92’de ‘Badluck’ isimli grubuyla albüm çıkarıp vokalistlik yaparken, grubun o sene içinde, Bon Jovi Türkiye’ye geldiğinde alt grubu olarak sahneye çıkmışlığı bile var. Barış Ertunç ve Güray Gürsoy death metal yapan ‘Antisilence’ grubunda 90’lı yıllarda albüm yapıp çalarlarken, Cenk Turanlı’nın ise Vega’dan Aylin Aslım’a ( Antisilence da aralarında var.) pek çok gruba ve şarkıcıya çalmışlığı var. Badluck ve Antisilence şu an var olmayan gruplar. Nedeni ise çok basit kanımca: Tecrübe eksikliği. Gerek müzik konusunda olsun, gerekse hayatın öğrettikleri olsun, pek çok eksikleri oldukları için gençlik yıllarında ilk çıktıkları yollarından saptıkları çok açık. Şimdi ise 30’larına gelmiş 4 adam ve hem sözler, hem de müzik açısından çok başarılı bir albüm var karşımızda: “Kendi Adını Taşıyan İlk Albüm”. Durmazel’in yıllardan beri hayata tiye alan duruşu yazdığı sözlerde de devam ediyor ama daha ciddi bir duruşla ve tabi ki hayatın ona öğrettiklerini hesaba katarak. Yani dinledikten sonra, üzerinde düşündürmeyi başarmış ironiye sahip sözler yazmış ve takdiri hak ediyor. Aslında yıllarca Müebbet Muhabbet tarzı programlar yapıp geyik muhabbeti denince akla gelen ilk isimlerden biri olması, onun için ilk etapta bir dezavantaj, ama kesinlikle önyargılı davranılmamalı kendisi, sözleri ve grubun müziği hakkında. Vokali ise oldukça başarılı ki Türkiye’nin epeyce eski rock vokalistlerinden biri olduğunu zaten belirttik, fazla söze gerek yok. Bir de unutmadan, kendisi de İTÜ’lüdür, bilenler bilir ( Maden Mühendisliği). :)

Diğer grup üyelerini değerlendirirsek; grup sounduna çok şey kattıkları belli oluyor. Bunda üçünün de Antisilence gibi en sert rock türlerinden birini icra eden( death metal) bir grupta yıllarca çalmalarını etkisi büyük. Ayrıca yine yıllarca barlarda çalarak da işin iyice ustası olmuşlar, sonuçta ortaya kendi tabirleriyle ‘saf rock’ ortaya çıkmış. Buradan Cenk Turanlı için ekstra bir şey söylemek gerekirse, bas gitarının tonu hakikaten muhteşem ve kulağa gümbür gümbür geliyor, eline sağlık diyelim. Ayrıca Turanlı ve Ertunç hala ‘Üçnoktabir’ grubuyla da çalmaya devam etmekteler. Albümde öne çıkan şarkılar, klip şarkısı ‘Aşkın Gözü’, ‘Gol’, ‘Portakal’, ‘Deprem’, ‘Motor’ ve ‘Aşk Şarkısı’. Klipleri de fena olmamış grubun, zira klibi davulcuları Güray Gürsoy çekmiş, yani bir nevi bedavaya getirmişler.

Bu aralar, sürekli aynı grupları ve şarkıları dinliyorsanız bir rock sever olarak, Malt’ın sıkı ve sert müziğinin sizi açacağı kanaatindeyim. Grup asıl niyetlerinin sadece rock yapmak ve bol bol konser vermek olduğunu söylemiş. Biz de gerçekten ‘sadece rock’ yapan bu grubun samimiyetine inanalım derim. Çünkü daha önceden de belirttiğimiz gibi Türk rock müziği maalesef ki ülkemizde yaygınlaşırken, kalitesizleşiyor ve Malt da bu duruma en güzel tepkilerden biri. Güzel müziklerin her zaman hak ettiği değeri bizlerden görmesi dileğiyle, muhabbetle…

DOLAPDERE BIG GANG OLAYI VE TÜRLER ARASI GEÇİŞLER

Son dönemde bir hayli popüler oldu Dolapdere Big Gang. İşte, Okan Bayülgen’in programında göründüler, televizyonculara röportaj verdiler vs. Aslında 2004’ten beri İstanbul’un çeşitli mekanlarında sahne alıyorlardı ama yakın tarihte çıkarmış oldukları ‘Local Strangers’ albümleriyle daha geniş kitlelere seslenerek benim gibi pekçok kişinin beğenisini kazandılar. ( Bu arada grupla tanışmamı sağlayan yazar arkadaşlarımızdan Artun’a da buradan teşekkür ederim.) Hepimizin aşina olduğu yabancı parçaları Türk müziği enstrümanlarıyla yeniden yorumlayan grup yapmış oldukları işle Türk müzikseverlere yepyeni bir tat, yepyeni bir renk sundular. Yalnız yabancı pop ve rocktan arabeske doğru olan bu türler arası keskin geçişi acaba gerçekten kaldırabilecek seviyede miyiz, o konuda bir takım şüphelerim var maalesef. O yüzden hem albümün, hem de grubun kendimizce bir analizini yapalım, hem de türler arasındaki geçişin yaratacağı muhtemel sorunlara da şöyle bir değinelim.

Grubun kısa geçmişine baktığımızda, DJ Önder Ulugür tarafından temelleri atılan grup, müzik konusunda birbirinden yetenekli Dolapdereli gençlerin bir araya gelmesiyle kurulmuş. Yazının başında da belirttiğimiz gibi değişik mekanlarda konserler veren grup 2.5 sene içerisinde kendi çapında bir taraftar grubu yaratmayı başarmış ve çok başarılı geçen bu kısa süreç onlara bir albüm hazırlamaya kadar götürmüş. Nez, Hayko Cepkin gibi ünlü şarkıcı ve müzisyenlerle de kendi sahnesini paylaşan grup, önceleri enstrümantal olarak yorumladıkları yabancı şarkılara daha sonraları vokal de ekleyerek ‘Local Strangers’ albümünü ortaya çıkarmışlar. Albümde birbirinden ünlü şarkıların Türk müziği icraları bulunmakta. Albümün açılış şarkısı olan Sting’in ‘Englishman In New York’ şarkısına epeyce çalıştıkları hemen belli oluyor, özellikle klarinet çok başarılı. Deep Purple’ın efsane riffli şarkısı ‘Smoke On The Water’ın kanunla girişi ilk dinlediğinizde yüzünüzde hoş bir tebessüm oluşturuyor. Albümün en efkarlı parçası olan ‘Losing My Religion’ın düzenlemesi de yine bir o kadar efkarlı olmuş ki, artık rakı sofralarının vazgeçilmez şarkısı olabilecek kıvamda. Kanımca orijinalinden daha başarılı yorumlanan iki şarkı var. Bunlardan biri Michael Jackson’ın ‘Billie Jean’i ve Simply Red’in ‘Something Got Me Started’ı. İki parçanın düzenlemesi grubu ayakta alkışlatacak cinsten, özellikle solist Emir Yeşil bu şarkılarda en başarılı performanslarını sunmuş. Diğer şarkılarda yorum açısından başarılı, hatta meşhur ‘La Isla Bonita’yı sözler girmeden anlayabilene aşkolsun, intro muhteşem.

Parçaların altyapılarının ve vokallerinin üzerinde fazla oynanmaması yerinde olmuş, böylelikle şarkılar kendi doğasını kaybetmemiş ki, ülkemizde yapılan kaplamalarda (cover) müzisyenlerin en çok kaybettikleri nokta bu oluyor genelde. Hemen tezimizi örneklersek Murathan Mungan’a ithafen yapılan ‘Söz Vermiş Şarkılar’ albümünde Aylin Aslım’ın yorumladığı ‘Terkeden’ şarkısının tamamen değiştirilip bambaşka bir şekilde yorumlanması ve sonuçta şarkının bütün kıymetini yitirmesi. Dolapdereliler buna şarkılarda müsaade etmemiş ve sonuçta ortaya çıkan iş takdire şayan olmuş. Grup üyelerinden de bahsedecek olursak eğer, ilk kurulan kadro ile şimdiki kadro neredeyse tamamen farklı. Dikkat çeken en önemli nokta ise, şu anki grup üyelerinin yaşlarının 25 ile 17 arasında değişmesi. Bu kadar genç olup da bu kadar kusursuz çalmaları ise takdir edilmesi gereken ayrı bir başarı ki zaten bu durum Dolapdereliler’in genlerinden geliyor. Okuduğum bir röportajında Hüsnü Şenlendirici ‘ TRT kadrosunda çalan müzisyenlerin bile %80’i Romandır.’ demişti ki bu söz aslında bu insanların konu müzik olduğunda ne kadar başarılı ve aranan kişiler olduklarının açık bir ispatı. 8 kişiden oluşan şu anki grup üyelerinin isimleri ve grup içindeki görevleri ise şunlar: Emir Yeşil (Vokal), Gökay Süngü (Keyboard), Mustafa Olgan (Kanun), İsmail Darıcı (Perküsyon), Aykut Sütoğlu (Klarinet, Trompet), Yusuf Çalkan (Keman), Memduh Akatay (Perküsyon) ve İrfan Keçebaşoğlu (Bas).

Şimdi gelelim ‘türler arasındaki geçiş’ meselesine. Son yıllarda sıkça karşılaştığımız bir durum ve Müslüm Gürses’in Teoman söylemesi, Ogün Sanlısoy’un Ferdi Tayfur yorumlaması gibi, bilhassa arabeskçiler ve rockçılar arasında abartıya kaçılmış durumda bu alış-veriş. Zıt kutupların aynı potada eritilebilmesi müzik açısından olumlu bir durum tabi, ancak yapılacak işin olayın tabiatını, altyapısını bozmaması şartıyla. Bu da muhakkak ki iyi müzik adamlarının bilgi ve kültürleriyle başarılabilecek bir durum. Hemen örnek vermek istersek bundan 3 yıl önce çıkan ‘Neredesin Firuze’nin film müziklerinin uyndırmış olduğu yankı. Bu albümdeki şarkılar, bu şarkılardan farklı tarzda müzik yapan şarkıcılar tarafından söylenmişti. Kanımca albüm öyle başarılıydı ki, hem farklı türler müthiş harmanlanmıştı, hem de Türk sinemasının en önemli eksiklerinden biri olan kaliteli ost (original soundtrack) yapabilme açısından büyük bir iş başarılmıştı. Işın Karaca’nın, sözleri Pir Sultan Abdal’a ait ‘Aynı Cemin Bülbülüyüm’ yorumu veya Karadenizli Fuat Saka’nın kendisi kadar Karadenizli olan otantik şarkısı ‘Kara Sevda’nın Özlem Tekin tarafından söylenmesi albümden verilecek güzel örneklerden sadece ikisi. Bu albüme en çok tesir edenler ise tabiki albümün prodüktörlüğünü yapan Sunay Özgür ve Ender Akay gibi iki bilgili ve başarılı müzik adamıydı. Yani mutfağınızdaki aşçınız iyiyse lokantanız iş yapıyor. Benim Dolapdere Big Gang’den yola çıkarak duyduğum asıl korku ise bu işin trend halini alarak her önüne gelenin kemanı, darbukayı kaptığı gibi, bütün yabancı şarkıları değiştirmeye kalkışması. Malum, ülkemizdeki mevcut piyasasında bu olmayacak bir şey değil, kaldı ki Dolapdere Big Gang’in kazandığı ivme, bir takım parayı, sanatın çok önünde tutan insanların iştahını kabartacak türden ve maalesef ki içinde bulunduğumuz toplumun yapısı da bunu yutmaya oldukça müsait. Kalitesiz işler yine kapımızda bekliyor olabilir.

Sözün özü, Dolapdere Big Gang’in yapmış olduğu müzik, yenilikçi açıdan değerlendirildiğinde çok başarılı, ama gelenekçi düşünceyle bakıldığında ise şüpheyi ve korkuyu ister istemez içimize sokuyor. Ümit ederiz ki, ilerleyen günlerde grubun taklitleri türemez ve sentez olarak önümüze sunulan bu hoş çalışma, içimizi bayıltan aşırı bayağılık halini almaz. Albümü dinlemeyenler arasında hem yabancı müziği seven, hem de göbek atmaya düşkünleriniz varsa eğer, ‘Enjoy The Silence’, ‘It’s Raining Man’ gibi şarkılar eşliğinde kurtlarınızı dökmek hoş bir anı ve tecrübe olacaktır sizin için, şiddetle tavsiye olunur. Bunun yanında grubun konserlerinin de son sürat devam ettiğini hatırlatalım ve konser performanslarının albümle kıyaslandığında eksiksiz olduğunu grubu kanlı canlı görmek isteyenler için bir kez daha buradan belirtelim.

AJDAR’LA 15 DAKİKA

Herkes onu popstar, tırtstar gibi yarışmaların ilkinde, elemeler sırasında gösterdiği sıradışı performansı ile tanıdı. Üstelik her seferinde mağrur bir ifadeyle ‘Ben makina mühendisiyim yani mechanic engineering!’ diyerek sahip olduğu statüyü hiçbir zaman kimseden saklamadı. ‘Artık on bin dolar verin öyle çıkayım programınıza, ben Türkiye’nin hiperstarıyım!’ nidalarıyla da olayımıza son noktayı koydu. Tabi ki son yılların en büyük popüler kültür abidesi biricik Ajdarcığımızdan bahsediyorum. Onun nev-i şahsına münhasır kişiliği, sahnedeki duruşu, Freddy Mercury’e taş çıkartan vokal performansı ve yasak dans Lambada’dan sonra gelmiş geçmiş en ateşli dansı başka, bambaşka doğrusu.Yaptığı işler gülünç bulunsa da, hakkında pekçok kişi dalga geçse de benim gibi, aslında geriye dönüp baktığımız vakit pop müzik sayesinde(!) Ajdar tarzı pekçok dumurize olayla kaşılaştığımızı düşünüyorum, bu vesileyle de Ajdar Anik ekseninde ve absürdizm çerçevesinde , 90’lı yıllar ile birlikte ülkenin en önemli müzik kültürü ve endüstrisi haline gelen pop müziğimizi şöyle bir masaya yatırmak, neşteri vurmak iyi olur kanaatindeyim.

Şu an Türkiye’nin en büyük popüler kültür olayı kuşkusuz Ajdar. Her talk showda o, her sabah programında o, gerek görsel, gerekse yazılı basında, evde, okulda, işyerinde, her zaman ve her yerde hakkında en çok bahsedilen, en çok tartışılan yine o. Sadece kendisi değil, yaratmış olduğu eserleri de çok konuşuluyor, hatta bu eserler dizi senaristlerine o kadar büyük ilham kaynağı oluyor ki, bu senaristler, onun sayesinde dünyada eşi benzeri olmayan senaryolar ortaya çıkarıyor (bkz. Sağır Oda). Herşeyden önce Ajdarcığımız dikkat ediniz ki o ilk düzenlenen bu gaydırı gubbak yarışmadan geriye elimizde kalan son eser. Hatırlar mısınız, o yarışmada ne Bayhanlar vardı, ne Elenalar, Barışlar veya yarışma şampiyonu Abidinler vardı? Ne oldu onlara? Kimin esamesi okunuyor hala? Tabi ki de Ajdar’ın. O halde görüyoruz ki bu adam sanılanın aksine o yarışmanın en büyük galibi. Bir de efsane eser ‘Çikita Muz’a yine efsane bir klip çekmiş ki, şöyle ekran karşısına geçip beş kilo da muzu alıp Ajdar’a baka baka afiyetle işkembeye indiresiniz geliyor. İşte bu adam bu yazıda bana malzeme olduğu gibi pekçok insana da malzeme oldu ve insanlar bu kişinin sayesinde bilhassa televizyoncular çok güzel ratingler elde etti, çok güzel ekmekler yedi. Millet sıkıştı mı, hooooop! hemen Ajdar’ı çıkardı ekrana, hem o insanlar maytabını geçti, hem de Ajdar şovunu yaptı. Aslında mutualist bir yaşam biçimi var Ajdar ve insanlar arasında. Alan memnun, satan memnun yani. Bazen kendi kendime acaba Ajdar gerçekten bir kariyer planlaması yaptı mı ilk ekrana çıktığı zamandan önce diye sormadan edemiyorum, çünkü en büyük stratejistlerin bile böyle bir başarıya imza atmaları hakikaten çok zor. Düşünsenize bu adam bu ülkede 3 senede zirve oldu çıktı. Üstüne üstlük bu adam Andy Warhol’u, hani şu ‘Herkes hayatında 15 dakikalığına ünlü olacak.’ diyen zatın bile mezarında kemiklerini sızlattı.

Bilirsiniz ki, Pop Art’ın en büyük temsilcilerinden birinin söylediği bu söz, popüler kültürün en görkemli tanımıdır aslında. Şöyle geriye dönüp baktığımızda özellikle 90’lar ile birlikte doruk noktasına ulaşan pop müzİğimizde Ajdar’a örnek olan pekçok insan görüyoruz aslında. Küçük, bir parlamış, sonra kaybolup gitmiş, silik örneklerden ziyade daha tanınan isimlerle örnek vermek gerekirse bir zamanlar çocukluğumuzun en moda şarkısı ‘Abone’ ve Yonca Evcimik’i ilk sıraya koyabiliriz eğer kronolojik bir biçimde gidersek.‘Vay be, ne sözler yazmış!’ dediğimiz Sezen Aksu’nun gerçekte pekçok duygu yüklü şarkısını (bkz. Firuze) yazmış olan Aysel Gürel’in sahip olduğu bu manalı ve duygu yüklü sözler o dönemde Yoncimik’i epey bir meşhur etmiş, sonrasında bu hanım, mevzuu, ‘Oldu, gözlerim doldu!’ya kadar getirerek ne denli önemli işler yaptığını herkese ispat etmişti.Yine aynı dönemde bir de Hakan Peker vaka-i vakvakiyesi var ki, evlere şenlik. ‘Hey Corç, versene borç, olmaz Maykıl, yandan kaykıl’ gibi tasavvufa, aşka, şaraba göndermeler yapan(!) bu yüce eser de o dönem pek bir dilimizde idi. Sonra ‘Hadi Yine İyisin’ vardı, Tayfun o dönemin milli Travoltası idi, ki bu adamın Yeni Türkü gibi bir gruptan ayrılıp böyle bir imajla birdenbire sahalara dönmesi de en az Ajdar kadar bambaşkaydı. Sonra, Tarkan kıl, yün, tüy, kıymık oluyordu, Mustafa kazak ördürüyordu da müzikseverleri de zevkten öldürüyordu.

Hadi bunları geçtik, peki 7’den 77’ye bu ülkede pekçok kişinin sevdiği, saydığı ve bu ülkenin kanımca en büyük müzik adamlarından olan rahmetli Barış Manço’ya ne demeli? Kendisi ki, henüz 17 yaşında iken, pekçok müzik dahisinin bir araya gelip yazmakta zorlanacağı ‘Kol Düğmeleri’ gibi harika bir şarkı ile yoluna başlamış bu adamın, kariyerinin son demlerine doğru nereye, kimlere hizmet ettiği belirsiz ‘Ayı’, ‘Süleyman’ gibi parçalarla o dönemde Türk müziğinde absürdizm akımını başlatarak bugünkü gençlere yol göstermesi, apayrı ve yepyeni ufuklar açması da incelenmesi gereken ayrı bir durum. Yine Barış Manço gibi Sezen Aksu’da da, MFÖ’de de bazen, ‘Ne yapmış, ne demek istemiş bu?’ dedirten absürt şeylerle karşılaşmak mümkün. Açıkçası bu durum açık bir imam-cemaat ilişkisi ve imamlar böyle yapıyorsa eğer, cemaat içinde aciz bir kul olan Ajdar bin Muz-ül Çikita neler yapmasın? ‘Nane, Limon Kabuğu’na onay veriyor da bu millet, neden salt ‘Nane’ benimsenmesin, sevilmesin, el üstünde tutulmasın bu memlekette?

Sonra, yaklaşık 20 yıldır kimse de bunlara ‘Hemşerim, du bakam bi hele!’ demedi. Aksine halk daha da benimsedi bu kişileri. El üstünde tuttular, alkışladılar, hürmet gösterdiler. Mesela, bir de İsmail YK gibi bir ekürisi var Ajdar’ın, uluslararası da bir üne sahip bu sanatçı(!), çok ciddiyim. Herkes onun şarkılarına da çok atıp tutuyor ama herkes de ‘Şapır Şupur’u ‘Bomba Bomba’yı bal gibi biliyor, şarkı listelerinin vazgeçilmez parçaları arasına bunları da gözleri kırpmadan koyup, çatır çatır da dinleyip, bu şarkılara eşlik ediyorlar. Yani aslında bu insanlar bir bakıma toplumun aynası. Biz bu insanlara ayar verdiğimizi zannediyoruz ki, o ayar ışınları aynaya çarpıp geri yansıyor ve aslında ayarı biz yiyoruz da haberimiz olmuyor.

Özetlemek gerekirse, herkes bu ülkede ciddi biçimde iyi ya da kötü 15 dakikalığına şöhret oluyor, dimağlarımız böylesine fantastik, Marvel Comics’in çizerlerinin bile yaratmakta güçlük çekeceği isimlerle bir doluyor, bir boşalıyor ama dolması boşalmasından o kadar hızlı gerçekleşiyor ki, gün gelecek bu insanlar sayesinde çipi yakacak duruma geleceğiz. Bu ülkedeki insan erozyonunun, sanat erozyonunun en kısa zamanda Hayrettin Karaca duyarlılığına ve mantığına sahip hayırsever insanlar tarafından dur denilmesi ve gerçek sanatın en kısa zamanda hak ettiği yeri bulması dileğiyle...