17 Mart 2008 Pazartesi

DİZİ MÜZİKLERİNİN KERAMETLERİ

“Bana bir masal anlat baba…”, “Durmuyor deli yüreğim…”, “Taş duvarlar, kara örtü, ağrılı kalbim…” gibi pek çok kez duyduğumuz bu şarkılar aslında birer dizi müziği olarak bestelenen eserler bildiğiniz gibi. Çok anlayamamakla birlikte, değişik bir sinerji yaratılıyor olmalı ki halkla yapımcı arasında (aslında deneyip yanılarak da olsa yapımcılar olayı çözdü bir bakıma!), bu şarkılar birden bire halkın içine işliyor, onları duygulandırıyor, sevindiriyor, belki de en önemlisi muhakkak bir şekilde insanların cep telefonu melodisi oluyor! Hep yanımızdalar yani. Fakat nasıl oldu da birden bire biz bu şarkıları bu kadar çok sevebildik? İşin içinde biraz kimya, biraz ticaret, biraz göz boyama var aslında ama gelinen nokta bir bakıma sevindirici; alan memnun, satan memnun en azından.

Hatırlayanlar bilir belki, bizim izlediğimiz ilk diziler Bizimkiler, Perihan Abla vs. gibi dizilerdi ve o dönem kanalların ya tek ya da az olmasından mütevellit, hala o müzikler hatırlanmasına karşın büyük prodüksiyonlar yaratacak şekilde dizi müziği kültürü yoktu ülkemizde. Derken bir “Süper Baba” geldi, dizi içinde yaşanan olaylar insanları duygulandırırken arkadan verilen Yeni Türkü’nün o dönemki Rembetiko müziği (eski İstanbul Rum müziği) de hikayenin tuzu biberi oluyor ve birden karşımıza ilk dizi müziği soundtrack albümü çıkıyordu. Kısacası yapılan işin kimyası tutmuştu, şarkılar senaryo ile aynı anda tepkimeye girebiliyordu. Bu, Yeni Türkü için iyi olmuştu, böylelikle kendi müzikleri duraklama dönemine girse de sonraki dönemde dizilerden güzel bir kazanç sağlamayı başarmıştı grup hem maddi, hem de manevi anlamda.

Konu açılmışken, dizi müziği denince akla ilk gelen insanlardan birisine değinmek sanırım yerinde olacaktır: Kıraç. Ben bu adamın kesinlikle hala kendi istediği müziği yaptığını düşünmüyorum, isterseniz hemen destekleyelim savımızı: Kıraç’ın ilk albümü Anadolu rock formlarında, müzikalite olarak da fena bir albüm değildi, hepsi kendi şarkısıydı, ancak, tutmadı tabii ki. Ardından birkaç sene sonra gelen ikinci albüm, şarkılarının yarıdan fazlası o zamanki trende göre türkü kaplaması (cover) ve arzulanan ticari başarı... Daha sonra da yine birbirini tekrarlayan ya da tekrarlamak zorunda bırakılan albümler yaptı ama hiçbir zaman favorim olmasa da git gide düzelme eğilimi gösterdi Kıraç. Onun da asıl popülaritesi “Zerda” dizisi ile başlamıştı hatırlarsınız ve şu işe bakın ki, onun dizideki melodileri artık gettolarda yaşayan bıçkın delikanlıların bile diline dolanıyor, cep telefonlarının en favori melodileri oluyor, şarkıları “damar!” kategorisine yükseliyordu. Rock tandanslı arabesk müzik (yoksa tam tersi mi olmalı!) varoşlara sıçramıştı, ne hoş! Tabii o kadar tuttu ki şarkılar, hemen onun da bir OST’u (original soundtrack) yapıldı ve ardından yakaladığı başarı onu uyanık yapımcıların diğer dizilerinin de vazgeçilmez ismi kıldı ve o şarkılarla, dizi müziği albümleriyle bugünlere geldi Kıraç. Alan da memnundu, satan da belki ama en çok halk sevindi bu işe!

Tanıdık örneklerden gidecek olursak, Gökhan Kırdar da bu olayın en çok bilinenlerinden. O da “Yerine Sevemem”li ilk zamanlarından sonra kendi deyimiyle “Tarkan gibi yıldızlarla kapışamayacağını” anlayınca, kendini elektronik müziğe vermişti ve onun o arada çıkarttığı elektronik tarzdaki albümlerden, çoğu kişinin haberi bile olmamıştı. Sonra birden bir “Kurtlar Vadisi” bombası patlattı. Ardından gelsin “Yabancı Damat”lar vesaireler, açılsın yeni kapılar… Ha, millet çok ilgiliydi de bu tarz müzikle ondan mı acaba “cendere cendere!” diye hoplayıp zıpladılar? Hayır, dizi seviliyordu, müzik aksiyona uyumluydu bir bakıma ki, aslında elektronik müzikten ziyade Asiye, Elif türküleri gibi halk müziğinden motifler epey bir giydirilmişti diziye, üstüne oturdu da nitekim. Hatta öyle ki, Kurtlar Vadisi’nin iki OST’si çıkmıştı, ilgilenenler hatırlar. Zaten yukarıda verdiğimiz bütün örneklerde halk müziğinden bir kesit sunulduğu muhakkak, o yüzden şöyle mi sormalıyız: Halk acaba sadece kendi içinden olana, kendisiyle barışık olana mı olumlu tepki veriyor?

Sırada, beni bu yazıyı yazmaya zorlayan asıl sebebe gelelim. Derginin Kasım 2006 sayısında “Pinhani diye bir grup var, iyi bir grup, hatta albüm çıkalı epey oldu, geç kaldık haklarında yazmaya” demiştik ki, birden bu yaz “Kavak Yelleri” diye bir dizi çıktı, müziğini Pinhani yaptı ve beş yaşındaki bir çocuk bile “Hele bi geeeeel!” diye etrafta dolanmaya başladı maşallah! Sonra bir baktık ki, grubun albümü, ilk basımından bir buçuk sene sonra D&R’ın en çok satanlar listesinde zirveye oynadı. Peki, aynı şarkıları dinleyip seven halk bir buçuk yıl niye bekledi? Ya da bu dizi olmasaydı, şu an Pinhani’yi sokakta kaç kişi tanıyacaktı ve bu şarkıları kaç kişi bilip sevecekti?

Bu ve bu tarz soruların cevapları çok basit aslında: Birincisi, sürekli gelişen ve rekabeti artan bir dünyada, seyirciyi dizilerden başka düzenli olarak ekrana bağlayacak yolu kalmayan televizyoncuların, tutana kadar pek çok diziyi halka sunması ve dizilerin bu bağlamda sektördeki belki de en önemli promosyon materyali olması (eski arabeskçi dizileri de bir bakıma öyleydi, hatta dikkat ederseniz Ebru Gündeş’in her yeni albümde yeni bir diziyle ve tabi yeni sevgiliyle ortaya çıkması şaşırtıcıdır!), ikincisi yapımcıların, televizyoncuların bu taleplerine karşılık halkı çok iyi etüt etmeleri, nabza göre şerbet vermeleri, hangi diziye ne iyi gider, bunu çok iyi bilmeleri, hatta kendi çıkarları doğrultusunda bir şey çok tutmuşsa onu, popülerliğini yitirene dek, bayatlayana dek devam ettirmeleri. Yani aslında kimse şarkıcının kara kaşına, kara gözüne bakıp da “Gel sen bizim yeni dizinin müziklerini yap abi, ben çok beyeniyom senin şarkıları ya! ” demiyor. Üçüncü cevap olarak da, müzisyenin gelir ve popülarite kaygısı bir yerden sonra işin içine girince, ortaya böyle bir sonuç çıkıyor.

Bağlayacak olursak eğer, belki biraz olumsuz yönlerinden olayı ele aldık ama en azından hakkını yememek gerek, yapılan prodüksiyonlar, öyle kuru kuru yapılmış şeyler değil genelde, üzerlerinde emek harcandığı belli oluyor dikkatle dinlenilirlerse eğer. Üstelik içlerinden gerçekten herkesin zevkine göre ayrı ayrı, çok güzel şarkılar çıkabiliyor, yani bir çeşitlilik de söz konusu. Mesela benim de bu kategoride favorilerim arasında “Süper Baba”nın ve Vedat Sakman ile İncesaz’ın şarkılarının olduğu “İkinci Bahar”ın dizi müzikleri var. Fakat bence en doğrusu, hiçbir müzisyenin böyle ara paslara başvurmadan direkt çalımlarla kaleye yönelmesi. Tabi, bu durum ne kadar geçerli olabilir ülkemizde orası ayrı bir konu ama zaman hızlı, illa ki başka yollar da var internet gibi, çareler tükenmiyor. Bu yüzden bu uğurda bir müzisyen kesinlikle umudunu yitirmemeli ve halkın da artık eskisine göre daha seçici ve takipçi olduğunu unutmamalı.

MORRICONE, MÜZİK VE SİNEMAMIZ

Bundan 2 sayı önceki yazıda Türkiye’de ost (original soundtrack) kavramının pek fazla gelişememesinden biraz bahsetmiştim. Bu ayki yazıda da savımı desteklemesi açısından, dünya çapında bu işin en büyük üstatlarından biri olan, ünlü kompozitor Ennio Morricone’nin kendi adına ithafen geçtiğimiz günlerde çıkan “We All Love Ennio Morricone” isimli, çeşitli sanatçıların, müzisyenin daha önce yapmış olduğu film müziklerini yorumladıkları övgü (tribute) albümüne ve sanatçının müzikal yolculuğuna şöyle bir göz atarak başlayalım istedim. Bu sayede hem ünlü bir müzik adamını daha iyi tanıyacak, hem de dünya sinemasıyla da karşılaştırarak Türk Sinemasının bana göre en büyük sıkıntılarından biri olan bu sorunsalı daha derinlemesine irdeleyecek olabileceğimiz kanaatindeyim.

Metallica dinleyen, dinlemekten ziyade grubu takip eden arkadaşlar bilirler. Grup, hemen her konserine tüm Western filmlerinin en bilineni, 1966 Sergio Leone imzalı, efsanevi “The Good, the Bad and the Ugly”nin film müziklerinden olan ‘Ecstasy of Gold’ ile başlamıştır. Yıllardır süre gelen alışıldık bir durumdur bu ve eğer bir müzisyen Metal aleminin en büyük gruplarından birini bu denli etkilemişse, ya da 79. Oscar (2007) Ödül Töreni’nde Akademi tarafından kendisine Akademi Onur Ödülü layık görülmüşse, demek ki şu an gerçekten önemli bir sanatçıyla karşı karşıyayız demektir.

Ennio Morricone, 1928 Roma doğumlu. II. Dünya Savaşı’na denk gelen konservatuar ve sefalet yıllarının ardından ilk olarak klasik müzik kompozisyonları üzerinde çalışan sanatçı

( bunu ilerleyen yıllarda da sürdürmeye devam etti.) daha sonra birkaç İtalyan pop şarkısına imza attı. Tabi onun bu kadar ünlenmesini sağlayan pop müzik bestekarlığından sonra Spaghetti Western’lere yaptığı müzikler oldu. Başka türlere yaptığı birkaç film müziğinden sonra, Sergio Leone’nin 1964 imzalı “A Fistful of Dollars- Per Un Pugno Di Dolari” filminin müziklerini yapmasıyla başlayan Western yolculuğu, daha sonra tema müziğini hemen hepimizin bildiği “The Good, the Bad and the Ugly” ile devam etti ve burada ilk defa zirveye çıktı. Herhalde zirvede kalmayı çok sevmiş olacak ki daha sonra 40 sene boyunca yaklaşık 400 farklı türden filme ya hepsini kendi yaptığı şarkılarla ya da bir-iki bestesiyle eşlik etti. Sonuçta insanların konu film müziği oldu mu, güvenecekleri yegane isimlerin başında kendisinin geldiğini ve aslında film müziği yapmanın da apayrı bir meslek ve sanat olduğunu bizlere kanıtladı Morricone. Kendisinin yer aldığı projelerin başında “Once Upon a Time in America”, “Bugsy”, “The Untouchables”, “Nuovo Cinema Paradiso” gibi filmler gelebilir. Üstelik sanatçı 5 kere “En İyi Müzik” dalında da Oscar’a aday gösterildi ve gerek İtalya’da, gerekse uluslar arası festivallerde pek çok ödülün sahibi oldu.

Onu bu denli özel kılan sebeplerden biri de kendisi adına çıkan “We All Love Ennio Morricone” albümü. Albüm yukarıda da belirttiğimiz gibi sanatçının filmlere yaptığı müziklerin çeşitli sanatçılar tarafından yorumlanmasından oluşuyor. Açıkçası itiraf etmeliyim ki, bu filmlerin çoğunu seyretmedim ve bu yüzden de müzikler hakkında çok fazla yorum yapmaktan kaçınıyorum. Çünkü sonuçta filmde geçen sahneler ve o sahnelere yerleştirilen müzikler iç içe ve ikisine birden vakıf olduğunuzda ancak yorum yapabilirsiniz iyi ya da kötü oldukları hakkında. Ancak albümde şarkıları yeniden yorumlayan şarkıcı ve grupların görkemine ve tabi ki Morricone’nin ustalığına baktıkça öyle sıradan şarkılar olmadıkları hemen hissediliyor. Kimler yok ki albümde? Celine Dion, Bruce Springsteen, Roger Waters, Metallica vs. Hepsinin de şarkıları kendi tarzlarında en iyi şekilde yorumlamaya çalıştıkları belli oluyor. Sonuçta hem sinema, hem de müzikseverler için önemli bir belge duruyor karşımızda. Biraz olsun ilgiliyseniz eğer, hiç vakit kaybetmeden dinleyin derim.

Morricone ile bağlantıyı kurduğumuza göre dünya bilhassa Hollywood Sineması ile Türk Sinemasının karşılaştırmalı tahlilini yapabiliriz artık. Rocky serisi başlayalı ve bugünde devam edeli 30 küsur seneyi geçmesine rağmen “Eye of the Tiger” hala herkesin dinlediği parçalardan biri ve popülerliğini hiç yitirmeden sürdürüyor. Aynı şekilde “Pretty Woman” denilince filmin şarkısını hemen aklınıza getiriverirsiniz. “Baba”nın efsanevi tema müziğini eminim kimse kolay unutamaz. Ya da “Titanic” filminin şarkısı “My Heart Will Go On” çoğumuzu hüzünlendirmeyi bugün bile sürdürebilmektedir. Bu ve bunun gibi öyle çok şarkı var ki Hollywood sinemasında, belki film unutulmuş olsa bile şarkı hala ilk günkü canlılığını korumakta. Peki tüm bu saydığım şarkılar tamamen tesadüf sonucu mu ortaya çıktı? Laf olsun torba dolsun mantığıyla filme yerleştirilmiş olduklarını hiç mi hiç düşünmüyorum. Hummalı çalışmalar sonucu yönetmenlerin ve müzisyenlerin işbirliğiyle önemli işler başarılıyor dünya sinemalarında. Peki biz kendi sinemamıza dönüp baktığımızda ne kadar üzerine düşmüşüz bu işin hiç düşündük mü?

Altmışlar ve yetmişlerdeki sinemamızı ele alırsak eğer, müzikler filmler üzerine değil, filmler müzikler üzerine yapılır mantığı vardır. İşte “Senede Bir Gün”, “ Mavi Boncuk”, “Ah Dede Vah Dede” gibi ismini sayabileceğimiz pek çok film, aslında o dönemde var olan popüler şarkıların reytinginden yararlanmak için çekilmiş; sonuçta yapımcılar bu filmlerden gelir elde etmeyi başarmışlarsa da bu filmler ne yazık ki ileriye dönük pek bir şey vaat etmediklerinden, bugün izlendiğinde hoş bir tebessüm haricinde pek bir itibar görememişlerdir. Sadece o dönemlerde Cahit Berkay’ın ve onun gibi birkaç insanın çabası mevcuttur film müziği hususunda. Seksenler ise Arabesk’in en görkemli dönemine denk geldiğinden o dönemki filmler, Arabeskçilerin çıkardıkları kasetler sonrası arayı soğutmadan çekilen, film içinde kasedin baştan sona çalındığı ve şarkıcı tarafından boynu bükük bir şekilde playback olarak okunan, kısacası o dönem için ilkel klip mantığından öteye geçemeyen filmler olmuş, hatta bu durum Emrah, ekmek, anne üçlemesini de beraberinde getirmiştir!

Gayet sakat bir şekilde ilerleyen Yeşilçam-müzik ilişkisi doksanların ortasında şöyle bir kendine gelmiş ve prodüksiyonların kalitesine bağlı olarak, film içindeki müziklerin kalitesi de artmış, üstelik artık tüm dünyada yıllardır var olan “original soundtrack” kavramı yavaş yavaş ülkemizde de gelişmeye başlamıştır. O dönemden verilebilecek en güzel örneklerden biri belki de “Eşkıya” nın (1996) film müzikleridir. Türkiye için gayet özgün olabilecek bir çalışma olmuş, Erkan Oğur gibi bir müzisyenin de herkes tarafından tanınmasını sağlamıştır. “Tabutta Rövaşata”nın (1996) soundtracki ise Babazula ve Yansımalar tarafından hazırlanmış o dönemin önemli ostlarındandır. Ardından Mazhar Alanson’un yaptığı “Her Şey Çok Güzel Olacak” ostu ise (1998) başlı başına bir albüm niteliğindedir ki, albümde yer alan “Bir Zamanlar Fırtınalar Estirirdim”, “Benim Hala Umudum Var” gibi şarkılar MFÖ antolojisinde kendilerine ön sıralardan yer kazanmışlardır. Daha sonrasında ise kazanılan ivme sayesinde günümüzde artık çıkan her filmin ardından filmin ostu piyasaya sürülmekte, ancak genelde yapılan albümler toplama şarkı ve şarkıcılardan ya da film de oynamış bir şarkıcı varsa ( “Romantik”in müziklerini Teoman’ın yapması gibi) onun tarafından hazırlanan albümlerden ibaret. Maalesef manzara şu ki, hala ost kavramı ülkemizde sanatçılar tarafından çok kayda değer bir şey olarak görülmüyor. Genelde rica minnet üzerine üretilmiş çalışmalar oluyor, Nil Karaibrahimgil gibi bir iki istisnayı saymazsak. Dizi alanında ise Gökhan Kırdar, Kıraç gibi birkaç isim haricinde orada da tam bir tutarlılık yok ancak dizilerin popülaritesinin fazlalığından olsa gerek daha bir hevesli gözüküyor insanlar.

Uzun lafın kısası, müzik her alanda olduğu gibi sinemayı da renklendiren, güzelleştiren en önemli şeylerden biri ve bana kalırsa yapılması gereken, gerek yapımcıların, gerekse sanatçıların bu işi basit bir şey gibi görmeyip üzerinde emek harcayarak iyi işlere imza atmaları. Aradan 20- 30 yıl geçtiğinde bir şarkıyı duyduğumuzda ‘Bu da şu filmin şarkısıydı, hey gidi günler!’ diyebilmek eminim ki o şarkıyı yaratan sanatçıyı yücelten en güzel şeylerden biridir. Güzel olan şeylerin hiçbir zaman unutulmaması dileğiyle, muhabbetle…

ANADOLU METAL’İN 20 YILI:POPÇULAR DIŞARIDA MI , İÇERİDE Mİ DURSUN?

Dergide ilk yazmaya başladığımda ilk yazım Yeni Türkü hakkındaydı ve o yazıda şöyle bir ifade kullanmıştım: “Seksenli yıllar Türkiye’deki müzik kültürünün değişimi açısından çok önemlidir. Bu yıllarda ortaya çıkan orijinal ve sağlam gruplar, sanatçılar bugün gelinen noktada çok önemli bir misyon yüklenmiş ve kazandıkları başarılar varlıklarını bugüne kadar sürdürmelerini sağlamıştır. Ezginin Günlüğü, Bulutsuzluk Özlemi, Pentagram ve Yeni Türkü gibi gruplar bunlara verilebilecek en önemli örnekler”. Evet, daha önce de belirttiğim gibi seksenli yıllarla birlikte önemli bir değişim gözlenmekteydi ve yukarıda sözünü ettiğimiz gruplar da bu değişimin en önemli halkalarından, mihenk taşlarından olmuşlardı. Şu an hepsi artık kültleşmiş, efsane olmuş gruplar ve işte, bu grupların içinde de en genci olan Pentagram da 20. yılını bu sene deviriyor. Geçen yıl Bulutsuzluk Özlemi 20. yıl konseri büyük yankı uyandırmış olacak ki, 2004’ten beri konser vermeyen Pentagram üyeleri daha bu senenin başında 2 konser birden verdi ve bu konserlerle onlar da 20. yılını sevenleriyle kutladı.

Şu an gelinen noktada en büyük emeği olan gruplardan biri Pentagram. Düşünsenize, o dönemde farklı olmanın sindirilemediği bir ülkede onlar, top sakalları, uzun saçları, küpeleri, yırtık kotları ve yaptıkları müzikle farklılığı yarattılar, hem de Barış Manço, Moğollar, Erkin Koray vs. gibi aykırı denebilecek seleflerinden de daha farklıydılar ve ülkemize metal müziği armağan ettiler. Aslında onlardan daha eski gruplar da var. Örneğin Whisky vardır, 1980 doğumludur. Epey de albümleri vardır ancak kurucuları Kamil Özaydın öldükten sonra eski ivmeyi yakalayamamışlardır. “Yak Bizi” diye bir şarkıları vardı, severek dinlerdim. Sonra 1985’te kurulan “Kronik” vardı, albüm çıkarmaları geç olmuştu (1992). Kronik, Pentagram, Whisky gibi bir o kadar da o dönemde albüm yapamamasına rağmen, konserler vermiş, yankı uyandırmış gruplar mevcuttu ve şimdi orta yaşlarında olan bu gençler o dönemin aykırıları olarak belki yine o dönemde kimi çevrelerce dışlanmış olsalar da, şu an gelinen noktada mücadelelerinde galip geldikleri açık bir şekilde görülüyor. Öyle ki, sadece biz İTÜ gençleri olarak bile aramızda rock, metal veya türevlerini dinlemeyenimiz, bu türlerin içinden bir tanesini, bu türlerden bir şarkıyı dahi beğenmeyenimiz hemen hemen yok gibidir, 20 sene öncesinin İTÜ profiliyle kıyaslanamayız bile bu konuda.

Buradan topu aslında Pentagram vesilesiyle diğer rockçılara atmak istiyorum. Her ne kadar bir kısmı Pentagram’ın 1997 “Popçular Dışarı” konserinde “Popçular Dışarı!!!” diye yuhalansalar da ve hatta yuhalanmaya şu anda da devam etseler de (Şebnem Ferah, Ogün Sanlısoy örnek verilebilir.) onlar da aslında pek çok şeyden taviz verip bu yola baş koyan insanlar ( Şebo severler bilirler, Şebo’nun ODTÜ İktisat’ı bırakarak İstanbul’a müzik yapmaya geldiğini. Ne güzel, şimdiye bir banka müdiresi olurdu, gül gibi geçinip giderdi!!!) ve bence her ne kadar eleştirilecek noktaları varsa da asla hakareti hak etmiyorlar. Kaldı ki, seviye düştü dediğiniz bir anda “Dönüşüm muhteşem olacak” nidalarıyla geri geliyorlar. Hemen örnek vermek istersek, Bülent Ortaçgil’in Teoman’ın, Teoman’ın da Bülent Ortaçgil şarkılarını yorumladığı son konser albümü, Teoman adına çok sevindirici bir gelişmedir, zira o da son zamanlarda müzikten ziyade daha başka işler yapıyordu veya bu işlerle gündem oluşturuyordu: Başarısız filmleri, profesörlerle sigara davaları, alkol problemleri, eski tadı vermeyen ve ısıtılıp önümüze sunulmuş hissi veren şarkıları vs… Hayırlı olmuştur kendisi adına, külliyatı renklenmiştir. Bu konuya değineceğiz tekrardan.

Şimdi dönelim asıl meselemize: Pentagram’ın 20 yılı. Aslında daha çok bir albüm eleştirisi yapmak isterdim ama Pentagram’dan 5 senedir pek bir şey çıktığı yok malumunuz. Şöyle kısa bir grup tarihçesi verelim, zira belki bilmeyen akadaşlar da olabilir. Çekirdek kadro başından beri Hakan Utangaç (ritm gitar), Cenk Ünnü (davul), Tarkan Gözübüyük’den (bas gitar) oluşmakta. Bu üyeler her albümde çalmışlar. Gruptaki en çok değişiklik vokalde ve solo gitarda yaşanmış. Albümlere dönecek olursak; “Pentagram” (1990) albümünde vokaller Hakan Utangaç tarafından yapılırken, şimdilerde blues takılan Murat Net de bu albümde solonun başındaydı. Ardından “Trail Blazer” albümünde (1992) herkesin bildiği iki isim vardı: Demir Demirkan (solo gitar) ve Ogün Sanlısoy (vokal), grubun efsane kadrolarından birini oluşturmuşlardı. Ardından Sanlısoy ayrıldı ve bence arabesk okusaydı Tatlıses’ten ya da Kırmızıgül’den daha fazla satacak bir adam geldi gruba: Murat İlkan. Şahsi fikrim, Türkiye'de her türlü şarkıcı ya da grup solisti içinde en iyi sese sahiptir bu adam. Herkesi cebinden çıkartacak bir ses ahengine sahiptir. 1997 çıkışlı efsane albüm “Anatolia”, 1998 canlı konser albümü “Popçular Dışarı”ndan sonra Demirkan ayrılır ve eskilerden Metin Türkcan dahil olur gruba. Bu kadro ile de 2001 “Unspoken” (Bu albüm yurtdışında da yayınlanmıştır) ve 2002 çıkışlı “Bir” albümleri yayınlanır ve ondan sonra grupta bir sessizlik vuku bulur. Kimisi prodüktör, kimisi klip yönetmeni olarak yaşamlarına devam ederler. 20. yıl konserlerine dönecek olursak eğer; açıkçası 4 Şubat konserini bilmem ama DVD ve albüm kaydı yapılacağı duyurulan 25 Mart konseri açıkçası biraz sönük geçti. Sanki millet kurtlarını ilk konserde dökmüştü de ikincisi biraz dinleti havasında kaldı. Hoş, kafalar yine sallandı, şarkılara yine bağıra çağıra eşlik edildi, popçular yine dışarıya davet edildi!! Belki en önemli eksiklik, grubun müziğinin olmazsa olmazlarından “ney”in konserde olmayışıydı. “Anadolu Metal” konseptine gölge mi düştü derken, grup ek bir enstrüman kullanmadan da kusursuz bir biçimde çaldı şarkılarını. Özellikle konserin ortasında Ogün Sanlısoy’un sahneye fırlayıp “Secret Missile”ı ilk günkü heyecanıyla söylemesi mükemmeldi, böyle performans ben de beklemiyordum, Ferdi Tayfur kaplayan (cover) bir adamdan!! Demek ki neymiş, “Popçular Dışarı!!!” demekle olmuyormuş, öz kaybolmadıkça insanın içinde. Böyle bir durum Metallica için de çok yapılır, bozuldular, yumuşadılar falan diye millet yakınır. Maalesef herkes de bilir ki, daha başarılısı yoktur türünde, hem müzikalite olarak, hem şan şöhret, hem de ticari olarak, herkes de devam eder ağabeyleri dinlemeye. Sanki ticari oldun mu bitmişsin gibi bir durum vardır, metalci tayfası arasında. Halbuki müziğini geniş kitlelere ulaştırmanın nesi kötüdür anlayamam hiç, sonra da çıkıp mevcut popüler tiplerden dem vururlar. Bırak senin beğenilerin herkesin ortak beğenisi olsun, çoğunluk yarat, herkesi popçu diye denize dökerek nereye kadar? Hakları yok bence, meyve veren ağaçlar elbette taşlanır, ama kökünden kesilmez dostlar, lütfen!!

Yazının son kısmında tekrar belirtelim ki, 25 Mart Bostancı konseri, albüm ve DVD formatında ilerleyen günlerde yayınlanacak. Türk metal severlerin sabırsız bekleyişi bir nebze de olsa son bulacak ama tabi ki herkesin temennisi, grubun yepyeni şarkılarla geri dönmesi ve bize “Metal Not Dead” felsefelerinden vazgeçmediklerini bir kez daha göstermeleri. Hatta yurt dışındaki “Mezarkabul” hayranlarını çok sevindireceklerine eminim. Unutmayın ki bazı kişiler kabul etmese de, gürültü, falan olarak değerlendirse de Pentagram müziği, Türk kültürünün özgün bir simgesidir, zira öyle olmasalardı 1999 depremi sonrasında Bill Clinton’ın Türkiye’ye geldiği vakit Türk kültürü tanıtım gecesinde sahneye çıkıp kendisine “Gündüz Gece”yi söylemezlerdi. Olay burada bitmiştir işte, herhalde kendi kendilerine çıkmadılar sahneye, belli ki devlet erkanı tarafından davet edildiler, bu yüzden yapılan tüm haksız eleştiriler (yok efendim satanistlermiş, kedi keserlermiş, gürültüden ibaretmiş bu müzik sadece falan filan diyenleredir sözüm) bilgisizlikten ileri gelir. Anadolu Metal’in daha da çok yol kat etmesi temennisiyle nice yıllara Pentagram!! Herkese final döneminde sınavlarında başarılar dilerim. Müzikle ve muhabbetle kalın efendim…

SALT ROCK: MALT

Güzel bir yaz akşamı, bir çınar altında, orta yaşlarına yaklaşmış, Teoman’ın tabiriyle ( bkz. “Zamparanın Ölümü”) bir “bar filozofu” ağabeyimle çakırkeyif bir halde, hoş bir muhabbet içindeyken, konu dönüp dolaşıp Türk rock’ına geldiğinde, yeni yetme tiplerin müzik yapmalarını eleştirmiş ve ‘O yaşında mı dünyayı değiştirecek bunlar, hangi tecrübeyle, hangi bilgiyle?’ demiş ve Mevlana’nın tabiriyle kişi ‘Hamdım, piştim, yandım.’ demeden, o kişiden, yine o kişiyi dikkate alır bir şey beklemem gerektiğini söylemişti. Sonradan çok hak verdim kendisine. Aslında benim de müzik konusunda uzun zaman kafamı kurcalayan meselelerden birisidir bu hayat tecrübesi mevzuu. Belki de bu yüzdendir Türkiye’de çoğu insanın ölüp bittiği Mor ve Ötesi’ni bu kadar samimiyetsiz bulmamın ve o dönemde piyasada olan pek çok rock grubun dinlememe rağmen (96- 99 arasıdır bahsettiğim yıllar.) bu gruba bir türlü ısınamamamın nedeni. Gerçekten sıkı takipçileri bilirler ki, (Ben bu takipçileri “Cambaz” öncesi, cambazlık yapmayan gerçek rocker tayfası diye nitelendiriyorum!) 17- 18 yaşlarındayken ilk albümlerini yapmışlardı Mor ve Ötesi elemanları, yani daha ergenlik dönemindeyken bir şeyler başarmaya çalışmışlar, tabi ki ipleyen pek olmamıştı bu çocukları ve sonuçta bu kadar popüler olmaları neredeyse bir 10 seneyi bulmuştu grubun.

Neyse efendim, konumuz zaten Mor ve Ötesi değil. Aslında bu ay daha başka türlerle ilgili bir şey yazmayı düşünürken son dönemde sıkıntısını çektiğimiz rock müzikteki kaliteli albüm ve kaliteli yeni grup sorunsalına, bir grup son noktayı koydu bu sıralar ve beni yüz seksen derece geri döndürdü fikrimden: “Malt”. Hani yukarıda belirttiğimiz Mevlana felsefesine tam örnek teşkil edecek bir grup Malt. Hiç yakışık almazdı eğer es geçseydik bu yeni grubu.

Efendim, Cenk-Erdem ikilisini pek çoğumuz bilir. İşte, bu ikilinin Cenk Bey’i aslında yıllardır bir yandan geyik muhabbetlerine devam ederken, bir yandan da müzikle haşır neşir olmuş. Hatta Avrupa Yakası’nın jingleı bile kendisinden çıkmış. Daha sonra bir barda dinleyip beğendiği ‘Spitney Beers’ (Şimdilerde ismi ‘Üçnoktabir’ oldu, hatta ‘Barda’ filminin müziklerini yaptılar bu aralar hatırlarsanız.) elemanlarını deyim yerindeyse kafalayarak bu albümü meydana getirmişler. Vokalde Cenk Durmazel ( Cenk Bey), gitarda Barış Ertunç, bas gitarda Cenk Turanlı ve davulda Güray Gürsoy’dan oluşuyor topluluk Şahsi kanaatim son dönemde çıkan gruplar içerisinde soundu hard rock’a en yakın grup. Tamamen batılı ve sert bir sound, kesinlikle başka türlerden bir etkileşim yok, gerek Anadolu rock olsun, gerek caz, funk falan. Bu da bence Türk rock’ında bir eksiklikti, zira bizim rockçılar illa ki bir harmanlama sevdasındadırlar nedense; desteklerim bu düşünceyi ama böylesine bir müziğe de insan muhakkak ki ihtiyaç duyuyor.

Gelelim yukarıda belirttiğimiz işin tecrübe kısmına. Bu adamların hepsi gençliklerinden beri müzikle haşır neşir olmuş insanlar. Cenk Durmazel, 92’de ‘Badluck’ isimli grubuyla albüm çıkarıp vokalistlik yaparken, grubun o sene içinde, Bon Jovi Türkiye’ye geldiğinde alt grubu olarak sahneye çıkmışlığı bile var. Barış Ertunç ve Güray Gürsoy death metal yapan ‘Antisilence’ grubunda 90’lı yıllarda albüm yapıp çalarlarken, Cenk Turanlı’nın ise Vega’dan Aylin Aslım’a ( Antisilence da aralarında var.) pek çok gruba ve şarkıcıya çalmışlığı var. Badluck ve Antisilence şu an var olmayan gruplar. Nedeni ise çok basit kanımca: Tecrübe eksikliği. Gerek müzik konusunda olsun, gerekse hayatın öğrettikleri olsun, pek çok eksikleri oldukları için gençlik yıllarında ilk çıktıkları yollarından saptıkları çok açık. Şimdi ise 30’larına gelmiş 4 adam ve hem sözler, hem de müzik açısından çok başarılı bir albüm var karşımızda: “Kendi Adını Taşıyan İlk Albüm”. Durmazel’in yıllardan beri hayata tiye alan duruşu yazdığı sözlerde de devam ediyor ama daha ciddi bir duruşla ve tabi ki hayatın ona öğrettiklerini hesaba katarak. Yani dinledikten sonra, üzerinde düşündürmeyi başarmış ironiye sahip sözler yazmış ve takdiri hak ediyor. Aslında yıllarca Müebbet Muhabbet tarzı programlar yapıp geyik muhabbeti denince akla gelen ilk isimlerden biri olması, onun için ilk etapta bir dezavantaj, ama kesinlikle önyargılı davranılmamalı kendisi, sözleri ve grubun müziği hakkında. Vokali ise oldukça başarılı ki Türkiye’nin epeyce eski rock vokalistlerinden biri olduğunu zaten belirttik, fazla söze gerek yok. Bir de unutmadan, kendisi de İTÜ’lüdür, bilenler bilir ( Maden Mühendisliği). :)

Diğer grup üyelerini değerlendirirsek; grup sounduna çok şey kattıkları belli oluyor. Bunda üçünün de Antisilence gibi en sert rock türlerinden birini icra eden( death metal) bir grupta yıllarca çalmalarını etkisi büyük. Ayrıca yine yıllarca barlarda çalarak da işin iyice ustası olmuşlar, sonuçta ortaya kendi tabirleriyle ‘saf rock’ ortaya çıkmış. Buradan Cenk Turanlı için ekstra bir şey söylemek gerekirse, bas gitarının tonu hakikaten muhteşem ve kulağa gümbür gümbür geliyor, eline sağlık diyelim. Ayrıca Turanlı ve Ertunç hala ‘Üçnoktabir’ grubuyla da çalmaya devam etmekteler. Albümde öne çıkan şarkılar, klip şarkısı ‘Aşkın Gözü’, ‘Gol’, ‘Portakal’, ‘Deprem’, ‘Motor’ ve ‘Aşk Şarkısı’. Klipleri de fena olmamış grubun, zira klibi davulcuları Güray Gürsoy çekmiş, yani bir nevi bedavaya getirmişler.

Bu aralar, sürekli aynı grupları ve şarkıları dinliyorsanız bir rock sever olarak, Malt’ın sıkı ve sert müziğinin sizi açacağı kanaatindeyim. Grup asıl niyetlerinin sadece rock yapmak ve bol bol konser vermek olduğunu söylemiş. Biz de gerçekten ‘sadece rock’ yapan bu grubun samimiyetine inanalım derim. Çünkü daha önceden de belirttiğimiz gibi Türk rock müziği maalesef ki ülkemizde yaygınlaşırken, kalitesizleşiyor ve Malt da bu duruma en güzel tepkilerden biri. Güzel müziklerin her zaman hak ettiği değeri bizlerden görmesi dileğiyle, muhabbetle…

DOLAPDERE BIG GANG OLAYI VE TÜRLER ARASI GEÇİŞLER

Son dönemde bir hayli popüler oldu Dolapdere Big Gang. İşte, Okan Bayülgen’in programında göründüler, televizyonculara röportaj verdiler vs. Aslında 2004’ten beri İstanbul’un çeşitli mekanlarında sahne alıyorlardı ama yakın tarihte çıkarmış oldukları ‘Local Strangers’ albümleriyle daha geniş kitlelere seslenerek benim gibi pekçok kişinin beğenisini kazandılar. ( Bu arada grupla tanışmamı sağlayan yazar arkadaşlarımızdan Artun’a da buradan teşekkür ederim.) Hepimizin aşina olduğu yabancı parçaları Türk müziği enstrümanlarıyla yeniden yorumlayan grup yapmış oldukları işle Türk müzikseverlere yepyeni bir tat, yepyeni bir renk sundular. Yalnız yabancı pop ve rocktan arabeske doğru olan bu türler arası keskin geçişi acaba gerçekten kaldırabilecek seviyede miyiz, o konuda bir takım şüphelerim var maalesef. O yüzden hem albümün, hem de grubun kendimizce bir analizini yapalım, hem de türler arasındaki geçişin yaratacağı muhtemel sorunlara da şöyle bir değinelim.

Grubun kısa geçmişine baktığımızda, DJ Önder Ulugür tarafından temelleri atılan grup, müzik konusunda birbirinden yetenekli Dolapdereli gençlerin bir araya gelmesiyle kurulmuş. Yazının başında da belirttiğimiz gibi değişik mekanlarda konserler veren grup 2.5 sene içerisinde kendi çapında bir taraftar grubu yaratmayı başarmış ve çok başarılı geçen bu kısa süreç onlara bir albüm hazırlamaya kadar götürmüş. Nez, Hayko Cepkin gibi ünlü şarkıcı ve müzisyenlerle de kendi sahnesini paylaşan grup, önceleri enstrümantal olarak yorumladıkları yabancı şarkılara daha sonraları vokal de ekleyerek ‘Local Strangers’ albümünü ortaya çıkarmışlar. Albümde birbirinden ünlü şarkıların Türk müziği icraları bulunmakta. Albümün açılış şarkısı olan Sting’in ‘Englishman In New York’ şarkısına epeyce çalıştıkları hemen belli oluyor, özellikle klarinet çok başarılı. Deep Purple’ın efsane riffli şarkısı ‘Smoke On The Water’ın kanunla girişi ilk dinlediğinizde yüzünüzde hoş bir tebessüm oluşturuyor. Albümün en efkarlı parçası olan ‘Losing My Religion’ın düzenlemesi de yine bir o kadar efkarlı olmuş ki, artık rakı sofralarının vazgeçilmez şarkısı olabilecek kıvamda. Kanımca orijinalinden daha başarılı yorumlanan iki şarkı var. Bunlardan biri Michael Jackson’ın ‘Billie Jean’i ve Simply Red’in ‘Something Got Me Started’ı. İki parçanın düzenlemesi grubu ayakta alkışlatacak cinsten, özellikle solist Emir Yeşil bu şarkılarda en başarılı performanslarını sunmuş. Diğer şarkılarda yorum açısından başarılı, hatta meşhur ‘La Isla Bonita’yı sözler girmeden anlayabilene aşkolsun, intro muhteşem.

Parçaların altyapılarının ve vokallerinin üzerinde fazla oynanmaması yerinde olmuş, böylelikle şarkılar kendi doğasını kaybetmemiş ki, ülkemizde yapılan kaplamalarda (cover) müzisyenlerin en çok kaybettikleri nokta bu oluyor genelde. Hemen tezimizi örneklersek Murathan Mungan’a ithafen yapılan ‘Söz Vermiş Şarkılar’ albümünde Aylin Aslım’ın yorumladığı ‘Terkeden’ şarkısının tamamen değiştirilip bambaşka bir şekilde yorumlanması ve sonuçta şarkının bütün kıymetini yitirmesi. Dolapdereliler buna şarkılarda müsaade etmemiş ve sonuçta ortaya çıkan iş takdire şayan olmuş. Grup üyelerinden de bahsedecek olursak eğer, ilk kurulan kadro ile şimdiki kadro neredeyse tamamen farklı. Dikkat çeken en önemli nokta ise, şu anki grup üyelerinin yaşlarının 25 ile 17 arasında değişmesi. Bu kadar genç olup da bu kadar kusursuz çalmaları ise takdir edilmesi gereken ayrı bir başarı ki zaten bu durum Dolapdereliler’in genlerinden geliyor. Okuduğum bir röportajında Hüsnü Şenlendirici ‘ TRT kadrosunda çalan müzisyenlerin bile %80’i Romandır.’ demişti ki bu söz aslında bu insanların konu müzik olduğunda ne kadar başarılı ve aranan kişiler olduklarının açık bir ispatı. 8 kişiden oluşan şu anki grup üyelerinin isimleri ve grup içindeki görevleri ise şunlar: Emir Yeşil (Vokal), Gökay Süngü (Keyboard), Mustafa Olgan (Kanun), İsmail Darıcı (Perküsyon), Aykut Sütoğlu (Klarinet, Trompet), Yusuf Çalkan (Keman), Memduh Akatay (Perküsyon) ve İrfan Keçebaşoğlu (Bas).

Şimdi gelelim ‘türler arasındaki geçiş’ meselesine. Son yıllarda sıkça karşılaştığımız bir durum ve Müslüm Gürses’in Teoman söylemesi, Ogün Sanlısoy’un Ferdi Tayfur yorumlaması gibi, bilhassa arabeskçiler ve rockçılar arasında abartıya kaçılmış durumda bu alış-veriş. Zıt kutupların aynı potada eritilebilmesi müzik açısından olumlu bir durum tabi, ancak yapılacak işin olayın tabiatını, altyapısını bozmaması şartıyla. Bu da muhakkak ki iyi müzik adamlarının bilgi ve kültürleriyle başarılabilecek bir durum. Hemen örnek vermek istersek bundan 3 yıl önce çıkan ‘Neredesin Firuze’nin film müziklerinin uyndırmış olduğu yankı. Bu albümdeki şarkılar, bu şarkılardan farklı tarzda müzik yapan şarkıcılar tarafından söylenmişti. Kanımca albüm öyle başarılıydı ki, hem farklı türler müthiş harmanlanmıştı, hem de Türk sinemasının en önemli eksiklerinden biri olan kaliteli ost (original soundtrack) yapabilme açısından büyük bir iş başarılmıştı. Işın Karaca’nın, sözleri Pir Sultan Abdal’a ait ‘Aynı Cemin Bülbülüyüm’ yorumu veya Karadenizli Fuat Saka’nın kendisi kadar Karadenizli olan otantik şarkısı ‘Kara Sevda’nın Özlem Tekin tarafından söylenmesi albümden verilecek güzel örneklerden sadece ikisi. Bu albüme en çok tesir edenler ise tabiki albümün prodüktörlüğünü yapan Sunay Özgür ve Ender Akay gibi iki bilgili ve başarılı müzik adamıydı. Yani mutfağınızdaki aşçınız iyiyse lokantanız iş yapıyor. Benim Dolapdere Big Gang’den yola çıkarak duyduğum asıl korku ise bu işin trend halini alarak her önüne gelenin kemanı, darbukayı kaptığı gibi, bütün yabancı şarkıları değiştirmeye kalkışması. Malum, ülkemizdeki mevcut piyasasında bu olmayacak bir şey değil, kaldı ki Dolapdere Big Gang’in kazandığı ivme, bir takım parayı, sanatın çok önünde tutan insanların iştahını kabartacak türden ve maalesef ki içinde bulunduğumuz toplumun yapısı da bunu yutmaya oldukça müsait. Kalitesiz işler yine kapımızda bekliyor olabilir.

Sözün özü, Dolapdere Big Gang’in yapmış olduğu müzik, yenilikçi açıdan değerlendirildiğinde çok başarılı, ama gelenekçi düşünceyle bakıldığında ise şüpheyi ve korkuyu ister istemez içimize sokuyor. Ümit ederiz ki, ilerleyen günlerde grubun taklitleri türemez ve sentez olarak önümüze sunulan bu hoş çalışma, içimizi bayıltan aşırı bayağılık halini almaz. Albümü dinlemeyenler arasında hem yabancı müziği seven, hem de göbek atmaya düşkünleriniz varsa eğer, ‘Enjoy The Silence’, ‘It’s Raining Man’ gibi şarkılar eşliğinde kurtlarınızı dökmek hoş bir anı ve tecrübe olacaktır sizin için, şiddetle tavsiye olunur. Bunun yanında grubun konserlerinin de son sürat devam ettiğini hatırlatalım ve konser performanslarının albümle kıyaslandığında eksiksiz olduğunu grubu kanlı canlı görmek isteyenler için bir kez daha buradan belirtelim.

AJDAR’LA 15 DAKİKA

Herkes onu popstar, tırtstar gibi yarışmaların ilkinde, elemeler sırasında gösterdiği sıradışı performansı ile tanıdı. Üstelik her seferinde mağrur bir ifadeyle ‘Ben makina mühendisiyim yani mechanic engineering!’ diyerek sahip olduğu statüyü hiçbir zaman kimseden saklamadı. ‘Artık on bin dolar verin öyle çıkayım programınıza, ben Türkiye’nin hiperstarıyım!’ nidalarıyla da olayımıza son noktayı koydu. Tabi ki son yılların en büyük popüler kültür abidesi biricik Ajdarcığımızdan bahsediyorum. Onun nev-i şahsına münhasır kişiliği, sahnedeki duruşu, Freddy Mercury’e taş çıkartan vokal performansı ve yasak dans Lambada’dan sonra gelmiş geçmiş en ateşli dansı başka, bambaşka doğrusu.Yaptığı işler gülünç bulunsa da, hakkında pekçok kişi dalga geçse de benim gibi, aslında geriye dönüp baktığımız vakit pop müzik sayesinde(!) Ajdar tarzı pekçok dumurize olayla kaşılaştığımızı düşünüyorum, bu vesileyle de Ajdar Anik ekseninde ve absürdizm çerçevesinde , 90’lı yıllar ile birlikte ülkenin en önemli müzik kültürü ve endüstrisi haline gelen pop müziğimizi şöyle bir masaya yatırmak, neşteri vurmak iyi olur kanaatindeyim.

Şu an Türkiye’nin en büyük popüler kültür olayı kuşkusuz Ajdar. Her talk showda o, her sabah programında o, gerek görsel, gerekse yazılı basında, evde, okulda, işyerinde, her zaman ve her yerde hakkında en çok bahsedilen, en çok tartışılan yine o. Sadece kendisi değil, yaratmış olduğu eserleri de çok konuşuluyor, hatta bu eserler dizi senaristlerine o kadar büyük ilham kaynağı oluyor ki, bu senaristler, onun sayesinde dünyada eşi benzeri olmayan senaryolar ortaya çıkarıyor (bkz. Sağır Oda). Herşeyden önce Ajdarcığımız dikkat ediniz ki o ilk düzenlenen bu gaydırı gubbak yarışmadan geriye elimizde kalan son eser. Hatırlar mısınız, o yarışmada ne Bayhanlar vardı, ne Elenalar, Barışlar veya yarışma şampiyonu Abidinler vardı? Ne oldu onlara? Kimin esamesi okunuyor hala? Tabi ki de Ajdar’ın. O halde görüyoruz ki bu adam sanılanın aksine o yarışmanın en büyük galibi. Bir de efsane eser ‘Çikita Muz’a yine efsane bir klip çekmiş ki, şöyle ekran karşısına geçip beş kilo da muzu alıp Ajdar’a baka baka afiyetle işkembeye indiresiniz geliyor. İşte bu adam bu yazıda bana malzeme olduğu gibi pekçok insana da malzeme oldu ve insanlar bu kişinin sayesinde bilhassa televizyoncular çok güzel ratingler elde etti, çok güzel ekmekler yedi. Millet sıkıştı mı, hooooop! hemen Ajdar’ı çıkardı ekrana, hem o insanlar maytabını geçti, hem de Ajdar şovunu yaptı. Aslında mutualist bir yaşam biçimi var Ajdar ve insanlar arasında. Alan memnun, satan memnun yani. Bazen kendi kendime acaba Ajdar gerçekten bir kariyer planlaması yaptı mı ilk ekrana çıktığı zamandan önce diye sormadan edemiyorum, çünkü en büyük stratejistlerin bile böyle bir başarıya imza atmaları hakikaten çok zor. Düşünsenize bu adam bu ülkede 3 senede zirve oldu çıktı. Üstüne üstlük bu adam Andy Warhol’u, hani şu ‘Herkes hayatında 15 dakikalığına ünlü olacak.’ diyen zatın bile mezarında kemiklerini sızlattı.

Bilirsiniz ki, Pop Art’ın en büyük temsilcilerinden birinin söylediği bu söz, popüler kültürün en görkemli tanımıdır aslında. Şöyle geriye dönüp baktığımızda özellikle 90’lar ile birlikte doruk noktasına ulaşan pop müzİğimizde Ajdar’a örnek olan pekçok insan görüyoruz aslında. Küçük, bir parlamış, sonra kaybolup gitmiş, silik örneklerden ziyade daha tanınan isimlerle örnek vermek gerekirse bir zamanlar çocukluğumuzun en moda şarkısı ‘Abone’ ve Yonca Evcimik’i ilk sıraya koyabiliriz eğer kronolojik bir biçimde gidersek.‘Vay be, ne sözler yazmış!’ dediğimiz Sezen Aksu’nun gerçekte pekçok duygu yüklü şarkısını (bkz. Firuze) yazmış olan Aysel Gürel’in sahip olduğu bu manalı ve duygu yüklü sözler o dönemde Yoncimik’i epey bir meşhur etmiş, sonrasında bu hanım, mevzuu, ‘Oldu, gözlerim doldu!’ya kadar getirerek ne denli önemli işler yaptığını herkese ispat etmişti.Yine aynı dönemde bir de Hakan Peker vaka-i vakvakiyesi var ki, evlere şenlik. ‘Hey Corç, versene borç, olmaz Maykıl, yandan kaykıl’ gibi tasavvufa, aşka, şaraba göndermeler yapan(!) bu yüce eser de o dönem pek bir dilimizde idi. Sonra ‘Hadi Yine İyisin’ vardı, Tayfun o dönemin milli Travoltası idi, ki bu adamın Yeni Türkü gibi bir gruptan ayrılıp böyle bir imajla birdenbire sahalara dönmesi de en az Ajdar kadar bambaşkaydı. Sonra, Tarkan kıl, yün, tüy, kıymık oluyordu, Mustafa kazak ördürüyordu da müzikseverleri de zevkten öldürüyordu.

Hadi bunları geçtik, peki 7’den 77’ye bu ülkede pekçok kişinin sevdiği, saydığı ve bu ülkenin kanımca en büyük müzik adamlarından olan rahmetli Barış Manço’ya ne demeli? Kendisi ki, henüz 17 yaşında iken, pekçok müzik dahisinin bir araya gelip yazmakta zorlanacağı ‘Kol Düğmeleri’ gibi harika bir şarkı ile yoluna başlamış bu adamın, kariyerinin son demlerine doğru nereye, kimlere hizmet ettiği belirsiz ‘Ayı’, ‘Süleyman’ gibi parçalarla o dönemde Türk müziğinde absürdizm akımını başlatarak bugünkü gençlere yol göstermesi, apayrı ve yepyeni ufuklar açması da incelenmesi gereken ayrı bir durum. Yine Barış Manço gibi Sezen Aksu’da da, MFÖ’de de bazen, ‘Ne yapmış, ne demek istemiş bu?’ dedirten absürt şeylerle karşılaşmak mümkün. Açıkçası bu durum açık bir imam-cemaat ilişkisi ve imamlar böyle yapıyorsa eğer, cemaat içinde aciz bir kul olan Ajdar bin Muz-ül Çikita neler yapmasın? ‘Nane, Limon Kabuğu’na onay veriyor da bu millet, neden salt ‘Nane’ benimsenmesin, sevilmesin, el üstünde tutulmasın bu memlekette?

Sonra, yaklaşık 20 yıldır kimse de bunlara ‘Hemşerim, du bakam bi hele!’ demedi. Aksine halk daha da benimsedi bu kişileri. El üstünde tuttular, alkışladılar, hürmet gösterdiler. Mesela, bir de İsmail YK gibi bir ekürisi var Ajdar’ın, uluslararası da bir üne sahip bu sanatçı(!), çok ciddiyim. Herkes onun şarkılarına da çok atıp tutuyor ama herkes de ‘Şapır Şupur’u ‘Bomba Bomba’yı bal gibi biliyor, şarkı listelerinin vazgeçilmez parçaları arasına bunları da gözleri kırpmadan koyup, çatır çatır da dinleyip, bu şarkılara eşlik ediyorlar. Yani aslında bu insanlar bir bakıma toplumun aynası. Biz bu insanlara ayar verdiğimizi zannediyoruz ki, o ayar ışınları aynaya çarpıp geri yansıyor ve aslında ayarı biz yiyoruz da haberimiz olmuyor.

Özetlemek gerekirse, herkes bu ülkede ciddi biçimde iyi ya da kötü 15 dakikalığına şöhret oluyor, dimağlarımız böylesine fantastik, Marvel Comics’in çizerlerinin bile yaratmakta güçlük çekeceği isimlerle bir doluyor, bir boşalıyor ama dolması boşalmasından o kadar hızlı gerçekleşiyor ki, gün gelecek bu insanlar sayesinde çipi yakacak duruma geleceğiz. Bu ülkedeki insan erozyonunun, sanat erozyonunun en kısa zamanda Hayrettin Karaca duyarlılığına ve mantığına sahip hayırsever insanlar tarafından dur denilmesi ve gerçek sanatın en kısa zamanda hak ettiği yeri bulması dileğiyle...

SEKSENLERDE INDIE-ROCK AKIMI VE THE SMITHS KÜLTÜ

Şu YouTube’un hayatımıza girmesi iyi oldu vesselam. Sayesinde, uzun zamandır izleyememiş ve özlemiş olduğumuz pek çok grup ve şarkıcının kliplerini, konser videolarını tekrar tekrar seyredip eski günleri yad etme fırsatı yakaladık. Hele de müzik kanallarında dönen tamamen popüler, promosyona dayanan, çoğu zaman kendilerini erotik (kimi arkadaşlar durumdan hoşnut olabilirler tabiJ), bizi de ekran başında nevrotik yapan ve gerek kulağımıza, gerek göz zevkimize hitap etmeyen pek çok yerli ve yabancı klipten artık gına

gelmişken. Artık bilgisayarın başında kendi müzik kanalımızı kendimiz yaratabilme imkanına sahip olduk ya, Allah bu siteyi kuran arkadaşlardan binbir kere razı olsun.

Geçenlerde yine böyle, YouTube’da, MFÖ kliplerinde gezinirken birden muhteşem bir reklam filmiyle karşı karşıya geldim. Çocukluğumuzun hatta kimileri için bebekliğimizin harika reklamlarından ‘Albeni’ reklamı beni 80’lerin son yıllarına adeta geri götürdü. Hani şu ‘3 kat, 3 tat’ sloganıyla MFÖ’nün ‘Albeni, Albeni, ninininininini, Albeni, Albeni!’ dediği şirin reklam. Tekrar tekrar, bıkmadan usanmadan kaç kere izlediğimi ben bile sayamadım doğrusu.

80’ler dedik de gerçekten çok özel yıllardı. Ülkemizin yaşadığı son ihtilal sonrası kabuk değiştirdiği, hayat standartlarının ve biçimlerinin başka eksenlere kaydığı, kimi büyüklerin eleştirdiği bizim kuşağın da oluşumunda ilk tohumların atıldığı, belki olumlu belki olumsuz ama gerçekten büyük öneme sahip seneler 80’ler ve tabii ki 80’ler deyince akla gelen en önemli şeylerden biri de hem dünya, hem de ülkemiz müziğinde meydana gelen büyük değişim. Tabular sadece ülkemizde değil, dünyada da yıkılmıştı bilhassa müzik konusunda. O dönemde pek çok yeni, farklı müzisyen ortaya çıkmış, bunlardan kimilerinin, yeni akımlar yaratıp ortalığı kasıp kavurarak bugünkü müziğin oluşmasında büyük katkıları olmuştu. Bu ortaya çıkan yeni ve güçlü akımlardan biri de içinde lo-fi, garage punk, post-rock, emo, sadcore, tweepop gibi alt müzik türlerini barındıran indie-rock. Indie-rock (Independent rock) kısaca grupların ya da şarkıcıların büyük müzik şirketlerini reddederek ya kendi imkanlarıyla ya da küçük şirketlerin bünyesinde albümlerini yaptıkları, çoğu zaman alternatif tabanlı bir rock türü. Bu türün bizce en bilinen örnekleri R.E.M., Nirvana ve Pearl Jam. Tabi bunların yanında bir grup daha var ki hem bu akımın öncülerinden, hem de sadece 80’lerde (1982-1987) var olması itibarı ile tam bir 80’ler grubu olarak nitelendirebileceğimiz The Smiths.

Bundan birkaç yazı evvel İngiliz müziğinin dünya müziği açısından ne kadar mühim ve yol gösterici olduğunu yazmıştık. İşte The Smiths de bugün İngiliz müziğinin temel taşlarından biri konumunda ve belki bir The Beatles ya da bir Depeche Mode kadar fanatiği olmasa da pekçok hayranı olan ve diğerlerine göre kısa bir ömre sahip olmasına rağmen, bugün bile insanların bu grubun müziğini keyifle dinlemesi ve yaşatmaya devam etmesi bakımından ne kadar önemli olduğunu ispatlamış bir grup. Elbette içimizde grubu benden daha iyi bilenler, yıllardır dinleyenler, her albümüne sahip olanlar olabileceği gibi hiç bilmeyenler veya sadece ismini duymuş olanlar da olduğundan hem grubu, hem 80’leri hem de indie-rock’ı daha iyi etüt etmek açısından grup tarihi hakkında şöyle birkaç bilgi vermek iyi olur düşüncesindeyim.

Radiohead, Oasis, Blur gibi Britpop hareketinin öncülerinden sayılan The Smiths, 1982’de Manchester’da Steven Patrick Morrissey ve Johnny Marr adlı iki genç tarafından kuruldu. Morrissey şarkı sözlerinin yazımında, Marr ise bestelerde baskın konumda yer aldı geçen 5 sene boyunca. Grupta kısa bir süre için son zamanlarda gitarda Ivor Perry, basta ilk olarak Dale Hibbert ve bir ara Craig Gannon yer alsa da ana kadro vokalde Morrissey, gitarda Marr, basta Andy Rourke ve davulda Mike Joyce’tan oluşmakta. Bağımsız müzik şirketi Rough Trade Records’tan ilk singleları ‘Hand in Glove’ (1983) ‘Charming Man’ ve ‘What Difference Does It Make?’in ardından kendi adını duyurmaları üzerine Şubat 1984’te ‘The Smiths’ adında ilk albümlerini çıkarttılar. Bu 3 şarkının yanı sıra albüme damgasını vuran ‘Reel Around the Fountain’, ‘The Hand That Rocks The Cradle’ ve tabi ki bence en mühim şarkılardan biri olan ‘Pretty Girls Make Graves’in de yer aldığı bu albüm büyük ilgi ve beğeniyle karşılandı İngiltere’de. Ardından yine aynı yıl ‘Hatful of Hollow’ adlı derleme (compilation) albümleri yayınlandı. Bu albümde en çok beğenilen şarkılar ‘Heaven Knows I’m Miserable Now’ (ki bu şarkı ilk defa grubun listelerin ilk 10 sıralarına soktuğu şarkıdır) ve ‘How Soon Is Now?’ idi. Sene 85 olduğunda grubun önemli albümlerinden biri ‘Meat Is Murder’ yayınlandı. Vejetaryan bir albüm olarak değerlendirilirken (Morrissey grubun et yerken fotoğraf çektirmesini yasaklamıştı.) o dönemki Thatcher yönetimine ve kraliyete eleştirilerin yer aldığı bir albüm olarak hafızalara kazındı.Albümün en dikkat çeken parçası ise ‘Barbarism Begins At Home’du. Ardından 86 başında ‘The Queen Is Dead’ yayınlandı. Gelmiş geçmiş en büyük albümler listesinde de yer alan bu albüm grubun yerini perçinledi. Bu albümden hemen sonra ise iki derleme daha yayınlayan grup -‘The World Won’t Listen’ ve ‘Louder Than Bombs’- 87’de son bombasını patlattı:’Strangeways, Here We Come’. Ana kadronun beraber yer aldıkları bu son stüdyo albümünde ise en çok dikkat çeken çalışmalar ‘Girlfriend In A Coma’, benim The Smiths’le tanışmamı sağlayan ve gerçekten çok özel bir çalışma olduğuna inandığım ‘Last Night I Dreamt That Somebody Loved Me’ idi. 88’de ise canlı albümleri (86’da kaydedilmiştir.) ‘Rank’ yayınlandı ve grup sevenlerini üzerek dağıldı.

The Smiths’in müziğine gelince. Şu anda The Smiths’in yaptığı müziğin günümüzdeki en önemli takipçisi ünlü İrlandalı grup The Cranberries. Müziklerindeki The Smiths esinlenmeleri hemen göze çarpıyor. Grubun en önemli elemanı, tam bir frontman olan Morrissey’in yazdığı, kimi zaman son derece yalın, kimi zaman ise derin metaforlarla bezenmiş, müthiş sözleri grubun bu yere gelmesinde en büyük pay sahibi. Kimilerine göre homoseksüel kimilerine göre ise aseksüel olduğu iddia edilen Morrissey, bana kalırsa yazdığı bu sözlerle bir erkeğin duygularına en iyi tercüman olan insanlardan ve bence bu karmaşık iddiaları çok fazla hak etmiyor. Çok güçlü bir ses olmamasına rağmen Morrissey’in gerçekten etkileyici bir sesi ve kendine has bir yorumu var. Üstelik o dönemde sigara ve uyuşturucu gibi alışkanlıklar diğer ünlü gruplar arasında yaygınken, Morrissey bunların hepsinden uzak duran, konserlerinde seyircilere çiçekler fırlatan kişiliğiyle marjinal bir duruş sergiliyor. Besteci Johnny Marr ise yalın ama can alıcı riffleri ile grubun müziğini daha renkli hale getirmiş. Besteleri ilk başta neşeli gibi gözükse de, Morrissey’in vokal ve sözleri girince işin içine, sahip olduğunuz o neşeli hava kendini birden derin bir kasvete bırakabiliyor. Grubun dikkat çekici bir diğer yönü ise albüm kapaklarında kendilerinin değil de, Alain Delon gibi ünlü film yıldızlarının film karelerine yer vermeleri. Bu özelliği ile de pekçoklarından ayrılıyor grup.

Grup elemanları daha sonraları solo çalışmalar veya başka projelerde yer aldılarsa da hiçbiri grup döneminin başarısını yakalayamadı ve o büyüyü adeta yitirdiler. Belki de grup olabilmenin öneminin de en bariz örneği sayılabilir bu açıdan The Smiths. Siz de eğer seksenler müziğine, Britpop’a ya da indie-rock’a ilgi duyuyorsanız, bu üç temayı da içine alan efsanevi grup The Smiths’e biraz daha eğilin derim. Çünkü grup, bu üç temanın da yapı taşlarından biri ve aradan 20-25 sene geçmesine rağmen müzikleri hala zevkle dinlenebiliyor.

PİNHANİ VE TÜRK SATRİANİ’Sİ AKIN ELDES

Aslında albümlerinin çıkışı çok kısa bir zaman öncesine dayanmıyor Pinhani’nin. Geçtiğimiz nisan ayında çıkmasına rağmen, eminim ki çok fazla bileni ve dinleyeni yok bu grubun. Pek fazla promosyon olayına girmediler ve tabii ki birkaç iyi müzik kanalı haricinde de özentisiz kliplerine kimse denk gelemedi. Benimse kendileriyle tanışmam 19 Mayıs’ta bir televizyon programında söyledikleri ‘Ben Nası Büyük Adam Olucam’ adlı parçayla oldu. Genç çocuklar, değişik sözler, vokal ve o da ne? Akın Eldes. Yıllarca Bulutsuzluk Özlemi’nin solo gitaristliğini yapmış olan ve ayrılmasıyla (2000) bir türlü düzenli bir solo gitarist bulamayan ve ( Serdar Öztop’a rağmen, ki o da en az Akın Eldes kadar değerlidir.) bu yüzden de grubun eski canlılığını kaybetmesine neden olan, Bülent Ortaçgil’le, Haluk Levent’le, Gürol Ağırbaş’la da zamanında çalışmış, kanımca da Türkiye’nin en iyi 5 gitaristinden biri olan bu kel kafalı, sevimli, Taşkışlalı (1983-1989) müzik adamını bu gençlerle görünce şaşırmıştım doğrusu. Çünkü Türk rock müziğinde şöyle bir kanı var: Evlatlar babalara yardım eder, saygı duyar, örnek alır, ama babalar hep babadır, gençlerin yanlarında yer almalarını pek istemezler. Misal; Erkin Koray ve rahmetli Cem Karaca’nın yeni Türk rock temsilcilerine göstermiş olduğu tavırlar. Hal böyle olunca, üstelik şarkı da ilk dinleyişte fena gelmeyince gruba olan ilgim biraz daha arttı.

Son zamanlarda Türk rock’ında piyasa patlaması yaşandığı bir gerçek. Pek çok yapımcı, pek çok bar grubuna destek oldu ve bilhassa son 2-3 yılda epey bir yeni grup veya şarkıcı tanıma fırsatına nail olduk. Ancak yapılan işler genelde sevimsiz, genelde kaplanan şarkıların arkasına sığınılan şeyler oldu. Türk plakçılarının çoğunun da rock müzikten pek fazla anlamıyor olmalarından olsa gerek, trend diye rock albümlerine eğilmeleri ve her önüne gelen gruba albüm yapmaları ortada samimiyetsiz ve kaliteden uzak bir hava yarattı. Açıkçası 2000’den sonra Türkiye’de iyi bir grup çıktığını düşünmüyorken Pinhani’nin bu söylediğim olumsuz sebeplerin hepsini tepetaklak eden, özellikle sevimli ve samimiyet dolu albümü beni çok mutlu etti. İnternet sayfalarının da yazdığı gibi müzikleri Bülent Ortaçgil ve Ezginin Günlüğü’ne benzeyen hafif, ılıman, sakin bir tınıya sahip. Özenme illa olacak, ki dünyanın en büyük grupları bile hep başkalarına özenerek ve onların çıtasını yükselterek bir yerlere geldiler ve müziği ileriye taşıdılar. Pinhani’nin Ortaçgil’e benzetilmesi bile daha yolun başında olan bu grup için sevindirici bir olay. Bu çocuklar maazallah değerli Türk bestekârı S. Ortaç’a da (!) benzetilebilirdi.

Pinhani grubu esasında iki kuzenden oluşuyor: Sinan Kayıkçı ve Zeynep Eylül Üçer. Kayıkçı, 1979 doğumlu ve grubun şarkılarını yazıyor, grupta da vokal yapıyor ve ritim gitar çalıyor. Üçer ise 1985 doğumlu, belki de birkaçımızdan daha küçük, bas çalıyor ve geri vokalde. Pinhani pek meşhur olmayan şair dedelerinin mahlasıymış. Pinhan, TDK’ya göre gizli, saklı anlamında. Farsça’dan gelmiş Türkçe’ye. Pinhani de gizliler demek. Demolarını bir gün Akın Eldes’e dinletmişler, (tabi Kayıkçı’nın babasının Eldes’i iyi tanıması da çok kişiye nasip olmayacak bir şans.) o da projede ayriyeten Türkiye’nin en iyi davulcularından Cem Aksel’in de yer almasını şart koşarak albümü yapmaya karar vermişler ve ülkemizde son zamanlardaki en iyi çalışmalardan biri ortaya çıkmış: ‘İnandığım Masallar’.

Şarkılardaki farklılık hemen göze çarpıyor ve son zamanlardaki popülerleştirilmiş rock soundundan çok fazla eser yok. Gayet yumuşak havada, öyle distortionlı, bol cıncınlı şarkılar yapmamışlar, iyi de etmişler kanımca, çünkü rock dinleyicisi her zaman kafa sallamak, kendini yormak yerine bazen de o kafayı dinlemek, rahatlatmak isteyebiliyor. Sözler ise kimi zaman melankolik, kimi zaman ise bir şeyleri eleştirir nitelikte. Kesinlikle son zamanlarda çıkan gruplar içinde en tumturaklı sözlere sahip grup diyebiliriz kendileri için, içleri boş değiller ama gelişmeleri gerek tabi, eğer bir Bülent Ortaçgil idol alınmışsa kendileri tarafından. Albümün dikkate değer parçaları ise ‘İstanbul’da’, ‘Ben Nası Büyük Adam Olucam’, ‘Dön Bak Dünyaya’, ‘Haftanın Sonu’, ‘Beni Al’ ve ‘Yıldızlar’. Klipe gelince çok gösterişsiz bir klip olmuş, elemanların gösterişsiz havalarına uygun denebilir bir yerde ancak kendilerini daha çok ön plana çıkarmaları gerek televole boyutunda olmasa bile. İkiliye konserlerde ayrıca Selim Aydın, Efe Şenyılmaz, Selami Sevinç, Hami Ünlü, Serkan Gün Hondur ve Akın Eldes eşlik ediyor.

Yalnız gruba Akın Eldes’in parmağının değdiği hemen göze çarpıyor. Bunu Bulutsuzluk Özlemi eski albümlerini ve Bülent Ortaçgil-Bu Şarkılar Adam Olmaz albümünü dinleyenler hemen fark edecektir. Esasen İnandığım Masallar albümü daha çok bir Akın Eldes albümü olmuş, yukarıda bahsettiğim albümler gibi. Bir kişinin koca bir albüme tek başına hayat vermesi ve onu insanların dinlediğinde diğer albümlerden kolayca ayırt edebilmesi bir sanatçının büyüklüğünün en büyük ispatı. O yüzden internet sayfalarında okuduğumuzda Eldes için boşuna Türkiye’nin Satriani’si ya da yüksek ihtisasını Gilmore ‘da yapmış gibi değişik ve hoş yorumlar yapılmıyor. Eldes’in ‘Kâfi’ ve ‘Türlü’ adında iki solo çalışması da bulunuyor. Yalnız böyle önemli müzik adamlarının Türkiye’de fazla desteklenmemesi acı bir durum. Çünkü Eldes geçimini turizm rehberliği yaparak sağlıyor, kazandığını da müziğinde harcıyor, en azından o da Tatlıses gibi müzikten parasını kazanıp lahmacun işine girebilseydi, hoş olmaz mıydı sizce de? “İşte ocili, işte ocisiz” deseydi elindeki acılı, acısız lahmacunları göstererek ve gülümseseydi o kel kafasıyla bizlere(!) Tam tersi işte maalesef!

Sonuç olarak, Akın Eldes bu genç grubun elinden tutmuş ve gözlemlediğim kadarıyla grup çeşitli yerlerde de konserler vermeye başlamış. Aslında tek bir albümle bir grup ya da şarkıcı hakkında iyi ya da kötü diye yorum yapmak doğru olmaz, ama başlangıç için iyiler. Umarız ki kendilerini ilerideki albümlerde geçip en azından üstatlara yaklaşmayı başarabilsinler ve de her şeyden önce en az bir Duman ya da Mor ve Ötesi kadar tanınmayı başarabilsinler. Yolları açık olsun!

ROGERS WATERS VE PINK FLOYD İKONU

Geçtiğimiz günlerde ortaya atılan bir organizasyon haberi müzik dünyasına bomba gibi düştü. Resmi sitesinde açıklanmış olmasa da ülkemiz müzik otoritelerinin kesin gözüyle baktıkları bu haber, geçenlerde tüm zamanların gelmiş geçmiş en büyük grubu ilan edilen Pink Floyd grubunun kurucusu, bestecisi ve bassçısı Roger Waters’in 2 Haziran’da Lizbon’da başlatacağı dünya turu çerçevesinde 20 Haziran’da Kuruçeşme Arena’da bir konser vereceğiydi. Bu haber Türkiye’deki Floydianları (Pink Floyd’u bir yaşam felsefesi olarak benimsemiş, hayran ötesi hayranlara bu ad veriliyor) kuşkusuz derinden heyecanlandırdı. Üstelik, ünlü gitarist Eric Clapton’un da Waters ile birlikte çalma ihtimali ortaya çıkınca haliyle konser, kaliteli müzikseverler için kaçırılmaması gereken bir fırsat durumuna geldi. Bu önemli haberin ardından Pink Floyd’u konu etmemek çok büyük talihsizlik olacaktı ve buradan yola çıkarak Roger Waters ve Pink Floyd’un tarihini, felsefesini, yaptıkları müziği anlatmak farz oldu.

İngiltere, dünyanın en şatafatlı grupları ve şarkıcıları çıkarması açısından elzemdir. Bu duruma verilebilecek örneklerden birkaçı: The Beatles, Elton John, David Bowie, Queen, Iron Maiden, Black Sabbath vs. Bu saydıklarımızın hepsi kült haline gelmiş isimler ve tabii ki Pink Floyd da İngiltere’nin dünyaya sunduğu en büyük isim (ki yukarıda da belirtildiği gibi büyüklüğü belgelidir). Grup tarz olarak psychedelic rock’ın temsilcisi sayılmaktadır. Psychedelic rock, bilhassa LSD gibi uyuşturucu maddelerin insanın akıl ve ruh sağlığı üzerinde yarattığı yıkıcı etkileri anlatmaya çalışan bir müzik türü olup, 60’lı yıllarda bu tarz madde kullanımının artışına bağlı olarak en revaçta dönemini yaşamıştır. Jimi Hendrix, Rolling Stones, The Who, Led Zeppelin, The Beatles gibi grup ve sanatçıların parçalarında bu tarzın etkilerine rastlanır.

Pink Floyd, 1965’te Syd Barrett(gitar), Roger Waters(bass), Nick Mason(davul) ve Richard Wright(klavye) tarafından kuruldu.. İsmi iki ünlü blues ustası Pink Anderson ve Floyd Council’in ilk isimleri alınarak oluşturulmuştur. Başlangıçta grup lideri Barrett idi. İlk albümleri ‘The Piper at the Gates Of The Dawn’dır ve şarkıların tamamına yakını Barrett imzalıdır(1967).Daha sonra Barrett’in ortaya çıkan uyuşturucu ve şizofreni problemleri nedeniyle gruba David Gilmour(gitar) katılmış, ardından 5 kişi olarak yayınladıkları tek albüm ‘A Saucerful Of Secrets(1968)’ piyasaya çıkmış ve daha sonra Barrett gruptan ayrılmak zorunda kalmıştır.

Daha sonra ise grupta Waters egemenliği başlamıştır. ‘More’ filminin müziklerini yaptıktan sonra grup, 69’da ‘Ummaguma’ adlı iki Cdlik albümü çıkardı. Bu albümü sırası ile ‘Atom Heart Mother(1970)’, ‘Meddle(1971)’, ‘Obscured By Clouds(1972)’ albümleri izledi. Sene 1973 olduğunda ise Pink Floyd’u zirve yapan albüm yayınlandı: ‘Dark Side Of The Moon’. Bu albümün en büyük özelliği, albümün tam 741 hafta yani 14 seneyi aşkın süre İngiltere listelerinde kalmasıydı ve albüm 40 milyon satarak dünyanın en fazla satılan rock albümü ünvanını aldı. 1975’te ‘Wish You Were Here’ piyasaya çıktı. Bu albümdeki şarkılar Syd Barrett’a ithaf edilmiştir. 1977’de ‘Animals’ adlı kült albüm çıkmış, Sheep, Dogs, Pigs gibi parçalarda çeşitli insan kişilikleri bu hayvanlara benzetilerek işlenmiştir. 1979’ta efsanevi albüm ‘The Wall’ yayınlanmıştır. Burada ‘Pink’ adlı bir çocuğun, doğumundan itibaren yaşadıkları savaş, ihanet, eğitim sistemi ve baba hasretine göndermeler yapılarak anlatılmıştır. 1983’de ise The Wall’da yayınlanmayan parçalar ‘Final Cut’ta toplanmıştır. Grup bu dönemde çok büyük çalkantılar yaşamış ve sonunda Waters gruptan ayrılmış, Pink Floyd’un en şaşaalı dönemi son bulmuştur. Grup bundan sonra üretim konusunda ciddi sıkıntılar yaşamış, Roger Waters ise solo kariyerine başlamıştır.

Artık yeni lider David Gilmour’dur, 1987’de ‘A Momentary Lapse Of Reason’ ve 1994’teki ‘The Divison Bell’ albümünden sonra grup dağılmış, 2001’de ise en iyilerin yer aldığı ‘Echoes’ adlı toplama albüm yayınlanmıştır. Dağılmanın ardından grup üyelerinin tamamı bireysel çalışmalara yönelmiştir. Hatta son olarak bundan kısa bir süre önce David Gilmour’un son çalışması ‘On An Island’ yayınlanmıştır. Grubun son konser performansı tam 24 sene aradan sonra yardım amaçlı olarak Bob Geldof’un geçtiğimiz yaz organize ettiği Live8’te olmuştur. Geldof,The Wall albümünün aynı adı taşıyan filminde Pink’i canlandırmıştır.Ayrıca grubun önemli bir özelliği de muhteşem sahne şovlarıdır. Etkileyici ışık gösterileri, kendilerine eşlik eden hatasız çalan bir orkestra ve zenci gırtlaklı bayan vokalistler, grubun konserlerde bile ne kadar mükemmeliyetçi davrandıklarının ispatıdır.

Roger Waters, grubun beste yükünü omuzlarında yıllarca taşıması bakımından önemli bir yer tutar. Özellikle, yazdığı sözlerde aşk, sevgi gibi temaları işlememesine rağmen oldukça duygu yüklü sözler yazmış ve bu sözler de kitleleri peşinden sürüklemelerinde haklı bir yer edinmiştir grubun. Waters’ın bu sözleri yazmasında 2. Dünya Savaşı’nda babasını yitirmesi ve annesiyle bir türlü yıldızlarının barışmamasının büyük etkisi olmuştur. Bu duruma sevinmeli mi yoksa üzülmeli mi orası da Floydianlar için ayrı bir tartışma konusu tabii ki.

Sonuç olarak 20 Haziran’da bizi unutulmaz bir gece bekliyor. Duyumlara göre, Waters’ın ‘Dark Side Of The Moon’ albümünü baştan sona çalması bekleniyor. Hal böyle olunca tabi, Floydianlar için uykusuz geceler kapıda bekliyor. Bir yandan bilet bulabilme telaşı, öte yandan Waters’ı canlı canlı hem de ülkemizde izleyebilme fırsatının getirmiş olduğu muazzam heyecan. Umarız bu organizasyonda umulmadık bir talihsizlik yaşanmaz ve Waters ülkemize gelir. Roger Waters’a başta söylendiği gibi Eric Clapton’un yanı sıra grubun davulcusu Nick Mason da eşlik edebilir. Benim kişisel arzum ise bir Gilmour hayranı olarak hazır yeni albüm de çıkmışken Gilmour’un da ülkemize gelip o blues tınılı harikulade gitar sololarını atması.

P.S. (Bu not Yaserciğim’e) Kişisel isteğim başlığın lütfen olduğu gibi konulması ve noktalama işaretleri dışında yazıyla oynanmaması, ancak yer darlığı söz konusu ise çıkarmalar olabilir, saygı duyarım. Çalışmalarınızda başarılar.....

DÜNÜ VE BUGÜNÜYLE YENİ TÜRKÜ MÜZİĞİ

Seksenli yıllar Türkiye’deki müzik kültürünün değişimi açısından çok önemlidir. Bu yıllarda ortaya çıkan orijinal ve sağlam gruplar, sanatçılar bugün gelinen noktada çok önemli bir misyon yüklenmiş ve kazandıkları başarılar varlıklarını bugüne kadar sürdürmelerini sağlamıştır. Ezginin Günlüğü, Bulutsuzluk Özlemi, Pentagram ve Yeni Türkü gibi gruplar bunlara verilebilecek en önemli örnekler. Özellikle Yeni Türkü belki de bunların arasında en fazla dinleyici kitlesine sahip grup. Bugün bir Olmasa Mektubun, bir Telli Telli dendi mi bu şarkıları bimeyenimiz hemen hemen hiç yok. Hele de kıvır kıvır saçlı, yıllara rağmen yaşlanmayan, sempatik gitarist ve solistleri Derya Köroğlu’nu tanımamak mümkün değil. İşte seksenlerden beri hep dinlenilmiş, şarkıları hep söylenmiş, konserleri her daim büyük ilgiyle karşılanmış, bilhassa üniversitelerin bahar şenliklerinde sürekli boy göstermiş, bu yüzden de üniversite öğrencileri tarafından daha çok takip edilen topluluğun geçmişten bugüne müzikal yolculuklarına, müziklerinin ne gibi evrelerden geçtiğine şöyle bir göz atalım.

Grup yetmişli yıllarda Ankara’da kuruldu.Kurucuları Selim Atakan ve Derya Köroğlu’dur. İlk hedefleri türküleri yorumlamak ve türkü formatında çalışmalar gerçekleştirmekti. Nitekim şu an piyasada bulunmayan dönemin yasaklı albümlerinden ‘Buğdayın Türküsü’ 1977’de grubun yayınlanan ilk albümü oldu. Daha sonra grup bir süre albüm yapmaya ara verdi ve nihayetinde 1983’te ‘Akdeniz Akdeniz’ ile birlikte grup ilk patlamasını yaptı. Grubun şu an bile en sevilen parçalarından olan Telli Telli, Maskeli Balo, Çember gibi parçalar bu albümde yer almaktadır ve bu albüm grubun ilk albümü olarak da nitelendirilebilir. Grup albümün isminden de anlaşılacağı gibi Akdeniz müziğinin etkisinde kalmış ve Akdeniz müziği grubun daha sonraki çalışmalarında hep altyapı teşkil etmiştir. 1986’da ‘Günebakan’ albümü ile topluluk hızlı bir döneme girdi ve sırasıyla ‘Dünyanın Kapıları(1987)’ ve ‘Yeşilmişik(1988)’ albümleri ile birlikte üniversite şenliklerinin vazgeçilmez grubu haline geldi Yeni Türkü.

Sene 1990 olduğunda ise artık hemen hemen herkes Yeni Türkü’yü tanıyordu ve Yeni Türkü bu sene içinde Türkiye’deki ilk konser kaydı albümlerinden ‘Rumeli Konseri’(Albüm 1991’de yayınlanmıştır.)’ni gerçekleştirdi. ‘Vira Vira’ albümü de bu sene içerisinde çıkmış, bu albümle birlikte Yeni Türkü popülaritesini perçinlemiş ve özgün müzik statüsünden pop müziği statüsüne geçiş yapmıştır. Gruptaki bu popülerleşmeden rahatsız olan grup lideri Selim Atakan gruptan ayrılmış, bu durum grupta üretim konusunda sıkıntılar yaratmıştır. Selim Atakan şimdilerde İstanbul Şehir Tiyatroları’nda tiyatro müzikleri hazırlamakta. 1992’de ise yine grubun en bilinen albümlerinden ‘Aşk Yeniden’ yayınlandı. Bu albümün en dikkat çekici özelliği eskiden İstanbul’da yaşayan gayri müslimlerin müzik tarzı olan ‘Rebetiko’ tarzını denemeleridir. Bu tarzdaki diğer bir çalışmaları ‘Külhani Şarkılar ise 1994’te yayınlandı. Bu albümde grup kendi besteleri yerine eski İstanbullu gayri müslim bestekarların eserlerini yorumlamıştır.

Çocukluğumuzun sevilen dizilerinden olan ‘Süper Baba’nın müziklerini de yapan Yeni Türkü o dönemde dizinin soundtrackini(1995) de yayınladı. Grubun bu dönemde beste yükünü Derya Köroğlu ve klasik kemençeci Cengiz Onural çekiyordu. 1996’da çıkan ‘Her Dem Yeni’ grubun en sevilen şarkılarının oluşturduğu bir toplama albümdü. Daha sonra Cengiz Onural’ın da gruptan ayrılmasıyla grup tamamen duraklama dönemine girdi. Cengiz Onural da şu an İncesaz grubunda klasik kemençe çalmakadır ve pek çok dizi müziğine imzasını atmıştır. 1999’daki ‘Yeni’ albümü grubun ürettiği son çalışma oldu ve grup yine

farklı biz tarzla karşımıza çıktı. İlk defa Karadeniz ve Kafkas müziğinden esintiler görülürken grubun bugünkü konserlerinde de etkisini gösteren daha caza yakın bir performans ortaya çıktı.

Grubun bu kadar fazla sevilmesinde sadece bestelerinin değil aynı zamanda şarkılara derin anlamlar yükleyen şairlerin de çok büyük payı olmuştur. Başta Murathan Mungan pek çok şarkıya söz yazarken Can Yücel, Attila İlhan, Nazım Hikmet, Orhan Veli gibi şairlerin de şiirleri şarkılarda yer almıştır. Ayrıca grubun kullandığı enstrümanlar da gruba farklılık kazandırmıştır. Gitar, ud, yan flüt ve tabii ki klasik kemençe Yeni Türkü müziğinin olmazsa olmazlarındandır.

Grup şu an Derya Köroğlu liderliğinde yol almakta. Yeni çalışmalar olarak ‘Hayat Bilgisi’ dizisinin müziklerini hazırlamaktalar ve tabii ki genç bir kadroyla konserlere devam etmekteler. Bu yıl da üniversite şenliklerlerinde konserler vermesi beklenen grubun konserine eğer hiç gitmemiş ve bu tarz etnik-sentez müzikten özellikle de Akdeniz müziğinden hoşlanıyorsanız bu seneyi boş geçmemenizi tavsiye ederim.

16 Mart 2008 Pazar

BALKAN MÜZİĞİ ÜZERİNE BİRKAÇ YORUM

Geçtiğimiz yılın ikinci yarısı her halde sadece Shanti’den “Disko Disko Partizani” dinlemekle geçti. Öyle bir patladı ki, gittiğimiz her yerde bir şekilde kendisini duyar olduk. Tabii ki, şarkının, kapı gıcırtısına oynayan insanımız tarafından beğenilmemesi kaçınılmazdı ve öyle de oldu. Kıvrak Balkan ezgileri üzerine, İngilizce-Sırpça sözlerle birlikte yazılmış bu şarkının yakaladığı havayı açıkçası ben de olumlu karşıladım ve takdir ettim. Yıllardır ilk duyulduğunda “Çingene müziği” olarak lanse edilen bu tür, şu an pek çok gece kulübünün veya eğlence yerinin vazgeçilmezi. Değişik alanlara da sıçramış bir tür Balkan müziği. Mesela Kultur Shock gibi Balkan-punk yapan gruplar buna örnek olarak verilebilir. Artı, bu sıralar Balkanlar’da çok sıcak gelişmeler de yaşanıyor, Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesi ve dünyanın gündemine oturması gibi. Bütün bu olayların birleşmesi beni, hem sosyolojik, hem tarihi, hem de müzikal açıdan biraz bu konunun üzerine eğilmeye itti. Nedir Balkan müziği, ya da Balkan kültürü, nasıl doğmuştur, bugünlere nasıl gelmiştir? Bu konuda çok bilgili olmadığımdan bu yazıyı, 1989 Bulgaristan göçmeni arkadaşım Şefik Şefikoğlu’yla birlikte hazırladık. Kendisine buradan teşekkürlerimi yolluyorum. Açıkçası yazı doğrudan kendisinin de diyebiliriz, bize sadece bilgiyi yazıya dökmek kaldı.

Bilindiği üzere 1389 I. Kosova Zaferi’yle Türklerin Balkanlar’da Sırp İmparatorluğu’nu yıkarak hakimiyetini tamamen sağlamlaştırması, orada yaşayan milletlerle bizi kaynaştırdı ve bu kaynaşma geride kalan 600 küsur sene içinde giyimden yemeğe, dilden sanata pek çok alanda ortak bir kültürün oluşmasını sağladı. Bugün esasen Balkan müziği olarak dinlediğimiz şey de genel itibariyle bizden çıkma ve bizim oradaki millete öğrettiğimiz bir müzik. Zaten yazının başında da dedik, kapı gıcırtısına bile oynuyoruz diye, bu oynak müziğin de bizden çıkması gayet normal. Balkanlar’daki insanların yaptığı tek şey, bizim onlara sunduğumuz bu neşeli müziği özümsemek olmuş ve zamanla Balkan Türkleri haricinde bizden kimse tarafından yaşatılmayınca da birden müziğin menşei yer değiştirmiş. Öyle ki, bizim batı anonim türkülerimizin pek çoğunun Balkan ülkelerinin kendi dillerinde yazılmış onlarca versiyonu var. Burada aykırı olan tutum, bu milletlerin pek çok konuda olduğu gibi müzik konusunda da aşırıya kaçıp “kültür patenti” almak istemeleri. Zaten bu kadar çok devlete bölünmeleri bile her şeyde hak iddia etmelerinin bir sonucu değil mi? Neyse, kızancık tabiriyle “ben bilmez, ben anlamaz” diyelim!

Aslında, Balkan müziği ile yaşadığımız kopukluk, bir şekilde kimi sanatçılar tarafından kapatılmaya çalışıldı zaman içerisinde. Misal, doksanlarda Sezen Aksu’nun ünlü sanatçı Goran Bregovic ile ortaklaşa yaptığı işler olmuş ama Balkanlar’dan gelen soğuk hava dalgası, ülkemizde o zaman için doğudan esen yanık Arabesk havasına karşı pek üstünlük kuramamıştı. Geçen zaman Balkanlar’dan yana taraf oldu ama; Candan Erçetin’in söylediği Balkan türküleri (Çoğu bizden aslında ama hadi Balkan sayalım, saygı duyalım) Hüsnü Şenlendirici’nin Laço Tayfa projeleri, kendi solo albümleri, Sefarad (Balkan Yahudisi demek zaten, daha çok tarihi bilgi vermek gerek ama konumuzdan sapmayalım) vb. örnekler bizim tekrardan Balkan müziğine adaptasyonumuzu sağladı. İyi de oldu nitekim, Arabesk kültür yerine bu kültürü tercih ederim ben kendimce ama takdir sizin tabii ki.

Peki, diyelim bu müziğe ilgimiz var, o zaman sıra geldi kimleri dinleyeceğimize. Goran Bregovic’i zaten herkes biliyor, fazla bahsetmeye gerek yok. Onun dışında Bulgar klarnetçi İvo Papazov, Sırp trompetçi Boban Markovic, Boşnak şarkıcılar Halid Beslic ve Hinzo Polovina, Makedon şarkıcı Esma Redzepova, Arnavut şarkıcı Merita Halili, Sırp sanatçı Miroslav İlic gibi pek çok farklı milletin sanatçılarından duyacağınız halk şarkıları ile işe başlayabilirsiniz. Shanti, Balkan Beat Box gibi Balkan-techno ya da Kultur Shock gibi Balkan-punk tarzı örnekler ise daha sonraki çeşniler. Balkan halk müziği kendi içinde değişik kategorilere ayrılmış durumda; Tamburitza (Hırvat), Sevdalinka(Bosna), Turbo-folk gibi. Ayrıca, klarnet, trompet, tulum, kaval, zurna gibi üflemelilerin, trampet, Ramazan davulu gibi vurmalı çalgıların ve akordeonun da Balkan müziğini icra ederken çalınan temel enstrümanlar olduğunu da söylemeden geçmeyelim. Bilhassa trampete burada ayrı bir başlık açmak gerek, çünkü Sırbistan’da her yıl düzenlenen Guca trampet festivali trampetçilerin buluşma noktası sayılıyor. Dileyen her ağustosta düzenlenen bu festivali internetten ya da bizzat yerinde görerek takip edebilir.

Uzun lafın kısası, Balkan kültürü kendi içinde belirgin özellikler sergilese de özünde bizden çok ayrı değil. Üstelik bu müziği “şopar işi gırnata” diye niteleyip hor görmek ise, hem bize, hem bu topraklarda yaşayan insanlara karşı bir ayıp. Bunun bilincinde olarak, o zaman hep birlikte disko disko!